21 Eylül 2013 Cumartesi

Anlarlar mı?



Yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklememizdir. İnsanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış iç güdülerinde haklıydılar gerçekten: O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü.



Rainer Maria Rilke 

Malte Laurids Brigge'nin Notları
syf-146

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Şair, Bir Şiir (2)



ORANDA
                                      
Yüzümde hüzünden gölgeler varsa,
O hüzün yüzündendir olsa olsa.
Bilmiyorum, bu yaşamın çoğu yaşanmamışsa,
Yaşanmadığı okunur, şimdi, daldımsa.
Özledikçe yalnız durup-susup baktımsa,
Sorulacakken nedeni nasıl sormadımsa.
Geldiğini umudumda umudla umdumsa,
Geleceğini görüyor-biliyordum, anlattımsa.
O geçip gitti ora'sına, ben görmedim, baktıysa.
Derim ki şimdi, bir daha gelse de, sorsa.
Sözümle, yüzümle, gözümle dedim, duysa.
Bense buramda onu bekledim oysa.
Yüzümde hüzünden gölgeler kaldıysa,
İçimde örülen duvardan düşmüştür, çatladıysa.


Özdemir Asaf

10 Eylül 2013 Salı

Ama ben söylemek istediğimin bu olduğunu bilmiyordum ki!

                                                       MEKTUP

     Bir yabancı yanına yaklaştığında Enrique Buenaventura, Cali'de bir meyhanede rom içiyordu. Adam kendini tanıttı, duvarcılık yapıyordu, cüretimi maruz görün, rahatsızlık verdiğim için özür dilerim.
-Benim için bir mektup yazmanıza ihtiyacım var. Bir aşk mektubu.
-Ben mi?
-Bana sizin yapabileceğinizi söylediler.
Enrique bir uzman değildi, ama göğsü kabardı:
Yazabildiğimi biliyorum. Ama böyle bir mektup... Emin değilim.
-Peki bu mektup kime?
-Mmm...  ona.
-Peki ona ne söylemek istiyorsunuz?
-Bilsem sizden istemezdim.
Enrique kafasını kaşıdı.
Eseri o gece ellerindeydi.
Ertesi gün duvarcı mektubu okudu:
-İşte bu, dedi ve gözleri parladı, buydu işte. Ama ben söylemek istediğimin bu olduğunu bilmiyordum ki.


Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf : 128



"Sesim Ağrıyor"



                                     
                                                     Kelime Hırsızları
    Zamanımızın sözlüğüne göre, artık hisseler kıssadan değil, borsadan alınıyor ve en iyileri, borsada en çok kazananlar; borsa da değer krizlerinin gerçekleştiği sahne.
    Pazar artık birilerinin  meyve ya da sebze sattığı  o karmaşık yer değil. Şimdi pazar, sonsuz olduğunu söyleyen, bizi gözetleyip cezalandıran, yüzü olmayan, korku salan bir efendi.Yorumcuları haber veriyor:Pazar tedirgin ve uyarıyorlar: Pazarı öfkelendirmemek lazım.
    Uluslararası toplum büyük bankerlerin ve savaş şeflerinin adı. Onların yardım planları kendi  boğdukları ülkelere kurşun geçirmez yelekler satıyor, barış görevlileriyse ölüleri barıştırıyor.
    Birleşik Devletler'de Saldırı Bakanlığı'naSavunma Bakanlığı deniyor ve dünyaya yağdırılan füze yağmurlarına insani amaçlı bombardıman diyorlar.
    Bir duvarda birinin herkese yazdığını okuyorum: "Sesim Ağrıyor."



Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf : 254

8 Eylül 2013 Pazar

Edebiyat; Dünyanın En İhtiyar Adamı








Yazdı, balıkların yüzeye çıkma vaktiydi, Don Francisco Barriosnuevo sayısız yazdan beri oradaydı.
- Yılları yutuyor sanki, dedi komşu kadın, kaplumbağalardan bile yaşlıdır o.Komşu kadın bıçakla bir balığın pullarını kazıyordu; kara sinekler masanın üstünde ayaklarını birbirine sürtüyorlardı ve Don Francisco guayaba suyu içiyordu. Gustavo Tatis uzaklardan gelmişti ve Don Francisco'nun kulağına sorular soruyordu.
Dünya sessiz, hava sessizdi. Majagual Köyü'nde bataklıkların ortasında bir kır evi; geri kalan herkes siesta yapıyordu.Gustavo ona ilk aşkını sordu. Soruyu pek çok kez tekrar etmesi gerekti, ilk aşk, ilk aşk, İLK AŞK.İhtiyar elinin ayasıyla kulağını çevreleyip bağırıyordu:
- Nasıl? Nasıl dedin?
 Ve sonunda:

- Ah, evet.
Sallanan sandalyesinde salınarak kaşlarını çattı, gözlerini kapadı:
- İlk aşkım...
Gustavo bekledi.Belleği yolculuk ederken bekledi; bellek, işi bitmiş gemi, tökezliyordu, batıyor çıkıyordu. Bir yüzyıldan uzun sürecek bir deniz yolculuğuydu bu ve belleğin sularında çok fazla sis vardı. Don Francisco ilk seferini aramaya çıkmıştı, binlerce kırışıklıkla dolu boğum boğum yüzü kasılmıştı. Gustavo öbür tarafa baktı ve bekledi.
Sonunda Don Francisco neredeyse gizlice mırıldandı: İsabel.
Ve kamıştan bastonunu toprağa sapladı, bastonuna yaslanıp koltuğundan kalktı, bir horoz gibi doğruldu ve uludu:

- İsabeeeeeeeel!



Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf-30

7 Eylül 2013 Cumartesi

Klinik tarih






Uzaktan da olsa, onu her gördüğünde çarpıntı geldiğini söyledi.
Kaçamak da olsa, kendisine her baktığında tükürük bezlerinin kuruduğunu açıkladı.
Selamına karşılık vermek için bile olsa, kendisiyle her konuştuğunda ter bezlerinde aşırı salgılanma olduğunu kabul etti.
Yanlışlıkla da olsa, adamın ona her dokunuşunda, kan basıncındaki büyük artıştan müstarip olduğunu teslim etti.
Onun yüzünden başının döndüğünü, görüşünün bulanıklaştığını, dizlerinin titrediğini itiraf etti. Gündüzleri saçmalayıp durmayı bırakamdığını, geceleri uyuyamadığını....
- Çok uzun zaman oldu doktor, dedi, bir daha hiç böyle bir şey hissetmedim.
Doktor kaşlarını kaldırdı:
-Bir daha hiç böyle hissetmediniz mi?
Ve teşhisi koydu:
-Durumunuz ağır.




Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf-15

3 Eylül 2013 Salı

Tagore'un duası






Zihnin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu yerde;
Bilginin özgür olduğu yerde;
Dünyanın daracık iç duvarlarla kısım kısım ayrılmadığı yerde;
Sözcüklerin hakikatin derinliğinden doğduğu yerde;
Yorulmak bilmeyen çabanın kollarını yetkinliğe doğru uzattığı yerde;
Aklın berrak akışının, ölü alışkanlıkların yavan kum çöllerine doğru yolunu şaşırmadığı yerde;

Ve zihnin senin tarafından, sürekli genişleyen düşünce ve eyleme doğru yönlendirildiği yerde;
-İşte o özgürlük cennetine, Tanrım, sen benim ülkemi uyandır.

Senden duam budur, sahibim - vur, vur kalbimdeki çoraklığın köküne!
Güç ver bana, sevinçlerime ve hüzünlerime kolaylıkla katlanayım.
Güç ver bana, ibadette semereli olsun sevgim.
Güç ver bana, kibirli kudretin önünde diz çökmeyeyim veya düşkünü asla reddetmeyeyim.
Güç ver bana, fikrimi günlük hayhuyun üzerinde tutayım.
Ve bana güç ver - tüm gücümü senin iradene aşkla bırakayım.



Rabindranath Tagore
Gitanjali
syf- 51/52

2 Eylül 2013 Pazartesi

Türkçe ibadet! Amaç "Herkes Kur'an'ı anlasın" mı?

   




     Dinen asrileşmek tabiriyle aslında dinen protestanlaşmak kastedilmektedir. Çünkü  ibadetleri Türkçeleştirme  ve/veya anadilini mabedlere sokma projesinin bizatihi kendisi, - muhtelif  vesilelerle açıkça dile getirildiği üzere-  Batı'daki reformasyon çabalarının kötü bir taklidinden ibarettir.Martin Luther İncil'i Almanca'ya çevirmiş, ibadetlerin Almanca yapılmasını sağlamış, ruhban sınıfının imtiyazını kaldırmış ve kiliseleri modernleştirmişti; böylelikle Alman dili ve edebiyatı güçlenmiş, ruhban sınıfına rakip olarak çıkan aydın sınıfı halkı yönlendirmeye başlamış, neticede modern bir Alman ulusu meydana gelmişti. Şayet Kur'an Türkçe'ye çevrilir, hutbeler Türkçe verilir, namazlar Türkçe kılınırsa ve bununla yetinilmeyip protestan kiliseleri örneği izlenmek suretiyle camiler modernleştirilirse, dinin millileşmesi mümkün olabilecek, Batı normlarına uygun çağdaş bir Türk Dini vücuda getirilebilecekti.
     
        Bu bakımdan dinin anlaşılması, dini metinlerin halkın anlayabileceği bir lisanla yazılması, milli dilde ibadet edilmesi gibi parlak sözlerin ardında saklı duran en temel saik, dinin  yeni yorumlara müsait hale getirilmesi ve geleneksel dini  tasavvurâtın tasfiye edilmek istenmesiydi. "Herkes Kur'an'ı anlasın ve ibadetlerini anlayabileceği şekilde ifa etsin" demek, bir adım sonra "Herkes Kur'an'ı anlayabilir" demeyi mümkün kılacak ve tabii ki bu durumda da "Herkes Kur'an'ı dilediği gibi anlayabilir" iddiasında bulunmak kolaylaşacaktı. Nitekim bugünkü gelişmeler nazar-ı itibara alındığında gelinen nokta şudur: Kur'an çevirileri yoluyla herkes Kur'an'ı  anladığını düşünmekte ve anlayabildiğine inanan  herkes de Kur'an'ı dilediği  gibi yorumlama hakkını pekala kendisinde görebilmektedir.


Dücane Cündioğlu
Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e din ve siyaset
syf-100