20 Kasım 2015 Cuma

Soru da insandır,Yanıt da


   
      Nasıl ki bir gülün varolabilmesi için bütün bir Evren'in varolması elzem ise, bir insanın varolabilmesi, için de Evren'in yanında bütün bir hayâtın varolması gerekir. Çünkü şey tabiata doğarken insan hayata doğar. Bu nedenle insan, tabiata bağlı beşeriyeti yanında, metafizik bir varlıktır. Metafizik bir varlık olduğu için de, her şeyiyle bir sorudur.
     İnsan denilen soruya verilecek yanıtlar her şeyden önce, insanın üçlü, hissi, vicdani ve akli yapısı dikkate alınarak verilmelidir. Bu üçlü yapıdan birinin ihmali veya reddi insanı sakatlar, en azından rencide eder. İnsanın duyusunu sakatlayan, duygusunu körelten, aklını ketleyen her türlü yanıt, insan denilen soruya tam bir karşılık olamayacağından bunalıma neden olur. Bunalım her türlü bildirişim ve iletişim imkânını ortadan kaldıracağından sonuç insanın kendini imhasıdır.
     İnsanın yalnızca duyusuna ağırlık veren yanıtlar hayvaniliğe, yalnızca duygusunu öne çıkartan yanıtlar mistikliğe, yalnızca aklını önemseyen yanıtlar ise vahşiliğe neden olmuştur. Tarih boyunca çok az yanıt insanın birbirini tamamlayan  üç yönünü beraberce dikkate almış; insan için saadeti elde edebileceği bir ortam yaratabilmiştir. Bilinmelidir ki, tüm beşeri ve dini görüşler insan denilen soruya birer yanıttır. Bu nedenledir ki, yanıtları oortadan kaldırmak, hiçbir zaman soruyu yani insanı ortadan kaldırmaz; sorunun ortadan kalkması insanın ortadan kalkması demektir çünkü... Öyleyse tüm yanıtlarda doğruluk ve yanlışlık ölçütü, soru yani insan olmalıdır.



İhsan Fazlıoğlu
Kendini Aramak
Syf.-11
Papersense Yayınları

İstanbul'u Anlamak




Hz.Peygamber, "Bir toplumun helâk olması için kötü yöneticiler, kötü alimler kâfidir" veya "Ümmetimin helakı kötü amirler ve kötü emirlerden olacaktır" der. Açıkça söylememiz gerekir ki, Türk düşünürleri gerçekten amaçlarını açıkça ve doğru tarif ederek topluma önderlik edememişlerdir. Tabii burada, çok önemli bir zorluğu da medya ortaya çıkarmıştır. Boğaziçi İstanbul köprüsünün, eldeki verilerle, İstanbul metropolünün gelişmesinde nasıl olumlu etkiler yapabileceği, köprünün yapılması için dayanak olarak kullanılan firma tarafından yirmi beş-otuz sayfa anlatıldığı halde, bu konuda ikazda bulunan bizler, medya tarafından vatan haini ilan edildik. Tabii İkinci Boğaz Köprüsü yapıldı. Üçüncüsü de yapılacak ve medyanın halkı yönlendirdiği bir ortamda İstanbul'da, Türkiye'de müthiş felaketler yaşanacaktır.(*)


Bir şehir ve metropolde, bir limanın, Boğaz Köprüsü gibi bir ulaşım tesisinin etkilerinin fayda ve zararları, köprünün veya limanın kendi iç faydalarıyla kıyas edilemeyecek kadar büyük olabilir. Söz konusu yatırımın, özellikle hızla gelişen bu şehirde, çevresinde sebep olacağı etkilerin incelenmesi ve değerlendirilmesi, çevre şartlarının değişmez olduğu varsayılarak yapılamaz. Çevrenin değişmeyecek, korunacak kısımlarıyla, çevrede değişmesini istediğimiz faktörlerin ayrı ayrı belirlenmeleri şarttır. Örneğin, bir yandan korunması gereken değerlere sahip olan bir yöreyi koruma amacı gütmek, diğer yandan da o yöre veya yakınından önemli bir ulaşım arteri geçirerek yerleşme yoğunluğunu arttırmayı teşvik etmek, birbiriyle bağdaşmayacak iki tutumdur. Korunacak kıymetlerin bulunduğu bir yörede yapılacak bu tip bir yatırımın, tahrip edeceği kıymetlerin maliyetinin fizibilite hesabında yer alması gerekir. (**)


Tüp geçit getirilip Yenikapı'ya bağlanmak isteniyor. Alternatifi yok deniliyor. Tüp geçit eğer Sarıyer'den geçerse o zaman alternatif olarak yapmak lazım. Ama uluslararası transit geçiş yapmak şartıyla. Şehrin  içerisinden geçtiği zaman, tüp geçidi uluslararası transit için kullanamazsınız. Mutlaka şehir için kullanacaksınız. Yenikapı'ya götürülürse, biliyoruz ki bir raylı sistem saatte  70-100 bin kişi taşıyor. Anadolu yakasından Yenikapı'ya saatte 70 bin kişi getirirseniz. 12 saatte aşağı yukarı 700-800 bin kişi yapar. Tabii eğer bu Bostancı tarafıyla irtibatlandırılırsa, Bostancı tarafından da 700-800 bin kişi gelir, üstelik Taksim de Yenikapı'ya bağlanmışsa, Yenikapı'dan günde 2-2,5 milyon insanın geçmesine sebep olacak bir odak noktası oluşturulur. Bu odak noktası kaçınılmaz bir biçimde metropolün merkezi haline gelen İstanbul yarımadasının yok olması demektir....
Eğer tarihimizi yok etmek kararında değilsek ne tüp geçitten bahsedebiliriz, ne de köprüden.(***)


Turgut Cansever
İstanbul'u Anlamak
Syf.- (*,122),(**,162)(***,350-351)
Timaş Yayınları


26 Ekim 2015 Pazartesi

İnsanın Kalbi!




 Zorba başını kaşıdı.
     "Kalın kafalıyım ben," dedi, "kolay anlamıyorum... Ah be patron, o dediklerini bir raks edebilseydin de ben de anlasaydım!"
Umutsuzluk içinde dudaklarımı ısırdım. Bütün bu umutsuz düşünceleri gerçekten raksa bir dökebilseydim.
     "Ya da patron, bütün bunları bana masal gibi anlatabilseydin. Hüseyin Ağa'nın yaptığı gibi... Bu,  benim komşum olan ihtiyar bir Türk'tü; çok ihtiyar, çok yoksuldu; karısı da yoktu, çocukları da... Garibin biri; yemek pişirir, tahta siler, akşamüzeri de babadan kalma evine gelir, ninem ve öbür ihtiyar komşularla avluda oturur, çorap örerdi... Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı, hayırduası edermiş gibi elini başıma koydu. 'Aleksi,' dedi, 'bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!"

Nikos Kazancakis
Zorba
Syf.- 312
Can Yayınları

Aklın bakkal senin!





 Ben, Zorba'nın bu vahşi sevgisinden korkmuş bir halde, "Belki de kalırım," dedim. "Belki de seninle gelirim; ben özgürüm."
     Zorba, başını salladı.
"Hayır, özgür değilsin.," dedi. "Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi koparmadın mıydı da..."
     Zorba'nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla, "Bir gün koparacağım!" dedim.
     "Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyormusun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!"


Nikos Kazancakis
Zorba
Syf.-336
Can Yayınları

15 Ekim 2015 Perşembe

Yüreğin üstüne düşen çiy!

           
   

         Tüm bu yıllar süresince, bulanık bir biçimde, bir şeyin eksikliğini duyuyordum. İnsan bir kez güçlü bir biçimde sevme şansına erdi mi tüm yaşamı bu ateşi ve bu ışığı aramakla geçer. Güzellikten ve ona bağlı olan hazsal mutluluktan vazgeçiş, mutsuzlukta karar kılma, bir büyüklük ister, o büyüklük de bende yok. Ama, ne de olsa, dışlamaya zorlayan hiçbir şey gerçek değildir. Yalıtlanan güzellik sonunda suratını buruşturur,  yalnız adalet sonunda ezer. Birini dışlayarak bir başkasına yararlı olmak isteyen kişinin hiç kimseye, hatta kendine bile yararı dokunmaz, sonuçta, adaletsizliğe iki kez destek vermiş olur. Bir gün gelir, hep kasılmak yüzünden, hiçbir şey hayranlık uyandırmaz olur, her şey bellidir, yaşam hep yeniden başlamakla geçer. Sürgün zamanıdır artık, kurumuş yaşamın, ölü tinlerin zamanıdır. Yeniden yaşamak için, bir lütuf, kendini unutmak ya da bir yurt gerekir. Kimi sabahlar, bir sokağın dönemecinde, yüreğin üstüne çok hoş bir çiy düşer, sonra buharlaşıverir. Ama serinliği kalır ve yürek hep onu ister.



Albert Camus
Yaz
Syf.-72
Can Yayınları

7 Ekim 2015 Çarşamba

"Her insan tabiata benzer"




          Her insanın hüviyetinde iki benlik vardır. Her insan ikiyüzlüdür. Hodbin, hasbidir, ister ve verir; doğru ve yalan söyler; aldanır ve aldatır; zulüm yapar ve merhamet eder; kendini ve etrafını düşünür, infiradi ve içtimaidir; her insan iyi ve fenadır. Her insan tabiata benzer: Güneş ve bulut, yağmur ve hararet, gül ve diken, bülbül ve baykuş, fırtına ve sükun, gülistan ve bataklık, iniş ve yokuş, tepe ve yayla, kuzu ve kurt, boğa ve karınca, namütenahi tezatlar ondadır. İnsanın topraktan yaratıldığı doğru tesbit: Biz tabiata çok benziyoruz. Ruhlarımız, tabiatın ruhu gibi iki büyük tezatla örülür: iyi ve fena, güzel ve çirkin, doğru ve eğri.


Peyami Safa
Mahşer
Syf.-261
Ötüken Neşriyat

29 Eylül 2015 Salı

Hız ve Yavaşlık


             Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim: Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hâlâ çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. (*)

            Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Bu denklemden değişik doğal sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.(**)



Milan Kundera
Yavaşlık
Syf.- 36(*), 102(**)
Can Yayınları

23 Eylül 2015 Çarşamba

Hiç yorulmadan mı ölellim?





Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceradan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım.


Oğuz Atay
Tutunamayanlar
Syf. - 580
İletişim Yayınları

Ne yapmalı?





       Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde kütlelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?
       Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim.Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez...


Oğuz Atay
Tutunamayanlar
Syf. -93-94
İletişim Yayınları

17 Haziran 2015 Çarşamba

Aşk'a Dair


Bir sevdalının genç bir omuzda soluğunun kesilişi gibi ağzının tadını bilen bir kişinin en sevdiği yemek karşısında zevkle ağladığına tanık olmadıkça, aşkın yalnızca bedensel bir zevk olarak sınıflandırılmasını kabul edemeyeceğim -yalnızca bedensel bir zevk varsa tabii. Tüm oyunlarımız içinde yalnızca aşk oyunu ruhumuza huzursuzluk verir; yalnızca bu oyunda oyuncu, bedenini çılgınlığa teslim eder. Mantığı bir yana itmek bir ayyaş için olasıdır ama, mantığın yöntemini sürdüren bir âşık, Tanrısını sonuna kadar izleyemez. Hiçbir eylemde perhiz ya da aşırılık yalnızca tek kişiyi ilgilendirmez, aşk dışında; doyuma doğru atılan her adım bizi ötekiyle bir araya getirir; seçimimizin istekleri karşısında köleleşiriz.


Marguerite Yourcenar
Hadrianus'un Anıları
Syf.-17
Helikopter Yayınları

AŞK!


İnsanlarla aramızdaki ilişkilerin en sıradanı, en yüzeyseli bile isteğimizi perçinlemeye, iştahımızı kabartmaya yeterlidir. Bu temas, ısrarla çoğalıp, sevilen mahlukun etrafını sardıkça, karşımızdaki bedenin her bir zerresi, bir yüzün çizgileri gibi bizi çılgına çeviren anlamlarla yüklendikçe, baş başa kaldığımızda bize sadece rahatsızlık, zevk ya da sıkıntı veren insan bizi bir müzik gibi heyecanlandırıp çözümsüz bir sorun gibi kafamızı kurcalamaya başladıkça, dünyamızın sınırından merkezine doğru yol aldıkça ve en sonunda bize, kendimiz kadar hatta kendimizden daha çok vazgeçilmez gelmeye başlayınca, o inanılmaz ve şaşırtıcı şey gerçekleşmiş olur. Bence bu basit bir ten oyunundan çok, ruhun teni sarması ve fethetmesidir.


Marguerite Yourcenar
Hadrianus'un Anıları
Syf.-19
Helikopter Yayınları

Kitaplarda aranan hakikat!





Ama kitapların en içtenleri bile yalan söyler. Hayatı çepeçevre kavrayacak sözcük ve deyimlerin kısırlığı yüzünden, hayattan acemi olan kitaplarda, gerçeğin zayıf ve düz bir benzeri bulunur. Lucanus gibiler, hayata, yapısında bulunmayan bir ciddiyet, ağırbaşlılık ve meziyetler yüklerler; Petronius benzeri ötekiler, tam karşıtı, hayatı olduğundan daha hafife alarak, ağırlığı olmayan bir evrende oradan buraya kolayca zıplatılan içi boş bir topa benzetirler. Şairler bizi çok fazla hırsı ve hoşluğu olan, güzel, geniş bir evrene sürüklerler ama, bu evren bizimkinden öylesine farklıdır ki yerleşmemiz olanakdışıdır. Gerçeği arı olarak inceleme yanlısı düşünürler ise, hayatı bir yangının ya da havanın maddeyi dönüştürdüğü biçimde dönüştürürler; indirgedikleri küller ya da billurlar arasında bildik bir kişi ya da gerçeğin bir nebzesine rastlayamayız. Geçmişi anlatmak için tarihçilerin önümüze sürdükleri kusursuz düzende, neden ve sonuç dizisi öylesine kesin, öylesine açıktır ki bir gerçeği tümüyle yansıtamazlar; maddenin direnci yokmuşçasına ölüyü yeniden biçimlerler. Plutarkhos'un bile İskender'in niteliklerini kapabileceğine inanmıyorum. Masalcılar ve erotik öykü uyduranlar, ancak sinekler için çekiciliği olan et parçalarını satan kasaplardır. Kitapsız bir dünyada mutlu olamam ama, tümünü kapsamadığı için hakikat kitaplarda bulunamaz.

Marguerite Yourcenar
Hadrianus'un Anıları
Syf.- 26
Helikopter Yayınları

9 Mayıs 2015 Cumartesi

"Yarabbim, bu kadar mı yalnızız, bu kadar mı düşüyoruz?"



    Her yaz, dünyanın başka başka yerlerinden kopup, bir şeyleri kopararak, koparmaktan sevinç duyarak gelip, burada buluşan bunca insan... Ev sahipliği edecek olanlara hem şirin görünmek, hem saygı duymamak gibi bir tuhaflığı başarı ile yürüten, görmek istediği kadar - belki ondan da çok- kullanmak, tüketmek, atıp unutmak isteyen bunca insan...
    Denize, anasına döner gibi döner gelirken, bildigi bir kucağın sevecenligini bir daha bulmağa hazırlanırken, öteden beri tanıdığı bir bağışlayıcılığa, arındırıcılığa doğru yola çıkarken, insan, yanına bir şey daha alıyor: Bilmediği ama hep aradığı, aramış durmuş olduğu bir şeyi (bir şeyleri) bulmanın umudunu... Anlamsız kılınacak, kılınmağa hazır bir mutluluğu belki... Hak etmek icin kimsenin pek bir şey yapmayacağı, yapmamış olacağı, piyangodan çıkar gibi gelip onu (başkasını değil, onu) bulacak bir mutluluğu... Yarabbim, bu kadar mı yalnızız, bu kadar mı düşüyoruz?
   Herkes herkese yabancı.Ya da, hemen hemen öyle. Başka yerlerden tanışanlar da biribirini burada bambaşka bir kılıkta görebiliyor.Görmek istiyor, görmeğe çalışıyor; böyle de denebilir belki...Yabancılık katlanıp duruyor bakışlarda.Gelenler buralılara, buralılar gelenlere, gelenler gelenlere, durmadan, tartarak bakıyor. Kimi kimini buluyor. Arada bir. Ötekiler ise... Değişik bir yaşama biçimi yarattık elbirliğiyle. Ama düşlediğimiz bir yaşama biçimini gerçekleştirdiğimiz de söylenebilir, bu durumda. Söylenebileceğine göre de...

Bilge Karasu
Narla İncire Gazel
Syf.-88-89
Metis

"Her tümce, yaşamla birlikte biter."




Yaşamayı öğrenmenin pek büyük bir bölüğü, ölümü öğrenmektir aynı zamanda. Ama bunun farkına varmak da uzun süreler geçmesini gerektirir: Başka şeylerin, yaşamla sıkı sıkıya ilişkili şeylerin süreleridir bunlar. Ard arda yaşanmış sevilerin, sevgilerin süreleri; çırpınıp çırpınıp ulaştığımız başarıların, utkuların süreleri; gerçekleştirmeye çabaladığımız düşlerin süreleri..
     Hepimize bir kurtuluş, bir özgürlük, gerçekleşecek bir düş gibi görünmüş yazlıklar,yaz ayları, dinlenceler, izinler (adı üstünde!) zamanla bir törene dönüşür, önce sıkıcı, sonra yorucu, sonra...
     Her tümce, yaşamla birlikte biter.

Bilge Karasu
Narla İncire Gazel
Syf. - 63-64
Metis

13 Nisan 2015 Pazartesi

Reis Bey





-Kalblerinizi değiştirin! Size hakikat gibi görünen şeylerin hemen değiştiğini görürsünüz.
-Kalb değişir miymiş istenince?
-Dünyanın en sert ve en yumuşak madeni, kalb... Ateşini bulsun; hemen değişir.(*)


-Göklerin merhamet dolu olduğuna inanıyorum.Bizse,umacı korkusuyla yorgan altına kaçan çocuk gibi, nefsimizin beton çatısını tepemize çekmiş,yaşamayı öldürüyoruz! Yağmurun yalnız suyunu toplayabiliyoruz;ruhundan uzağız! Halbuki ne güzel isim koymuşlar ona: Rahmet. (**)


İnsan, sahip olduğu nimeti, tam elinden çıkarken anlıyor.Nemiz varsa her ân gittiğini ve yeniden geldiğini farzedip ona göre davranamaz mıyız? İflasımızı anlar, ağlamaktan başka çare bulamazdık.(***)




Necip Fazıl Kısakürek
Reis Bey
syf.- (76*)(138**), (145***)
Büyük Doğu Yayınları

27 Mart 2015 Cuma

Kadere ve Gönlüme Dair




İşte ben hep böyle bildiğin gibi:
Kaderi öpüp başıma komuşum,
Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,
Belli efendim, besbelli
Yaşamaktan soğumuşum.


Yaz yağmurları misali yıllarca
Yağmış durmuşum kendi içime.
Zaten dünya öyle dünya ki kim kime
Herkes kendi derdinde anca,
Herkesin yüreği lime lime...


Halbuki hayatı sevmem gerekirdi.
Acımayı, sevmeyi oldukça bilirim
Zamanla bir iş tutmayı da öğrendi ellerim,
Hem hayatıma bir de Havva kızı girdi,
Ama gel gör ki bu kaderim...


İşte ben böyle bildiğin gibi,
N'apalım bizi bir kez mimlemiş kader
Her zaman böyle, yağmur bulutundan beter.
İşte böyle hilâfsız, gözümün elifi
Her zaman bir romantik portreye benzer...


Ben zaten bu dünyada tek başınayım, hey...
Bir sevdalı gönül bütün varım
Eğer o da olmasa ne yaparım,
Kimbilir hey
Ne yaparım...




Turgut Uyar
Büyük Saat
Syf. 62
Yapı Kredi Yayınları

Çığlık


Yankısı boşlukta kalmış bir içli çığlık
Elektrik direğine tebeşirle yazmışlar:
Seni Seviyorum

Direnip durdu günlerce
Zamanların bulutundan süzülen
Hüzün yağmurlarına
Tuhaftır silinmedi.

Kimdir, hangi çalkantıda
Salmıştır çığlığını yolların ucuna?
Almış mıdır bir yazıda donup kalmış titreşimi
Yüreğinin ocağına o gönül üzüncü?

Sevmek derinimizde gülü solmuş bir zaman
Geçtik her seferinde aynı soruyla
Düğümlenmiş bir duyguyu çözüp bağlayarak:
 “Sevdiğine yanıt vermedikten sonra
 Başka kime yanıt verir yeryüzünde insan?” *



Şükrü Erbaş
Bütün Şiirleri 1
Syf. 156
KırmızıKedi
*Albert Camus

"Hiçbir rüya da, sadece rüya değildir."

Sonunda -karısının yanına uzanmış yatan- Fridolin ona doğru eğildi ve içlerinde güneşin doğduğu görülen iri, açık renk gözlerinin olduğu durgun çehresiyle, şüphe ve aynı zamanda ümitle sordu: "Ne yapacağız, Albertine?"
Karısı gülümsedi ve kısa bir tereddütten sonra cevap verdi: "Sanırım, rüya olsun gerçek olsun tüm bu yaşadıklarımızı ucuz atlattığımız için kadere müteşekkir olacağız."
"Bundan kesin olarak emin misin?" diye sordu.
"Bir gecenin gerçekliğinin, hatta bütün bir insan ömrünün gerçekliğinin bile, onun en derin hakikati demek olmadığını sezecek kadar eminim."
Fridolin sessizce iç geçirerek, "Hiçbir rüya da," dedi, "sadece rüya değildir."
Karısı Fridolin'in kafasını ellerine alıp içtenlikle göğsüne gömdü. "Artık herhalde uyandık," dedi, "uzun bir süre için."
Fridolin ebediyen,diye ekleyecekti ama daha bunu telaffuz edemeden karısı, bir parmağını onun dudaklarına koyup sanki kendi kendine söyler gibi fısıldadı: "Asla geleceği sormayalım."


Arthur Schnitzler
Rüya
Syf.100-101
Alakarga Yayıncılık

22 Şubat 2015 Pazar

Kafka'dan "Babaya Mektup"




 İlk yıllardan yalnızca bir olayı hatırlayabiliyorum, belki sen de hatırlarsın. Bir keresinde gece vakti durmadan su diye mızırdanıyordum,kuşkusuz susuzluktan değil, belki kısmen sinirlendirmek, kısmen de kendimi oyalamak için. Birkaç sert tehdit fayda etmeyince, beni yatağımdan almış, sahanlığa taşımış ve geceliğimle kapalı kapının önünde kısa bir süre yapayalnız bırakmıştın. Bunun doğru olmadığını söylemek istemiyorum, belki de gece huzuru sağlamak o sırada ancak bu yolla mümkündü, ancak burada senin eğitim yöntemlerini ve bunların üzerimdeki etkilerini açıklamak istiyorum. O zaman herhalde uslu durmuştum sonrasında, ancak bu olay içimde bir tahribata yol açtı. Anlamsızca su isteyip durmanın bana göre doğallığyla, dışarıya taşınmanın olağandışı korkutuculuğunu kendi doğam gereği hiçbir zaman doğru ilişki içine sokmayı başaramadım. Yıllar sonra bile, o dev adamın, babamın, en yüksek merciin neredeyse hiçbir neden olmaksızın geleceğini ve gece yarısı beni yatağımdan çıkarıp sahanlığa taşıyacağını, yani onun gözünde böylesi bir hiç olduğumu düşünerek azap çektim. Bu, o zaman küçük bir başlangıçtı yalnızca, ama beni sıklıkla etkisi altına alan bu hiçlik duygusu (bir başka açıdan asil ve verimli bir duygu aynı zamanda) çoğu kez senin etkinden kaynaklanıyor.Biraz desteklenmeye, biraz dostça bir yaklaşıma, yolumun biraz açık tutulmasına ihtiyacım vardı, sense onun yerine yolumu kesiyordun, iyi niyetle tabii, başka bir yola girmem için.Ama buna yatkın değildim ben. Sözgelimi asker selamı vermeyi ve asker gibi yürümeyi becerdiğim zaman desteklerdin beni, ama ben geleceğin askeri değildim ya da iştahla yemek yiyebildiğim, hatta yanı sıra bir bira da içebildiğim zaman desteklerdin ya da anlamadığım şarkıları tekrar edebildiğim veya senin en sevdiğin lafları senin peşinden geveleyebildiğim zaman, ama bunların hiçbiri benim geleceğimin bir parçası değildi. Ve aslında bugün bile, herhangi bir konuda, ucu ancak sana da dokunuyorsa, zedelediğim (örneğin evlenme niyetimle) veya benim şahsımda zedelenen(örneğin Pepa beni azarladığı için) senin onurunsa destekliyorsun beni. O zaman destekleniyorum, bana değerim hatırlatılıyor, yapmaya hakkım olan hamlelere dikkatim çekiliyor ve Pepa mutlak bir biçimde mahkum ediliyor. Ama şimdiki yaşımda artık desteğine neredeyse hiç ihtiyaç duymadığımı bir kenara bıraksak bile, ancak öncelikle söz konusu olan ben değilsem, gelen desteğin bana ne faydası olacak? O zamanlar işte o zamanlar her alanda desteğe ihtiyacım olabilirdi. Senin saf bedenselliğin bile eziyordu beni. Sık sık bir kabinde birlikte soyunduğumuzu hatırlıyorum sözgelimi. Ben sıska, güçsüz, ince; sen güçlü, iri, geniş. Kendimi acınılası bir halde görürdüm, üstelik yalnızca senin önünde değil, tüm dünyanın önünde, çünkü sen benim için her şeyin ölçütüydün. Sonra kabinden, ben senin elini tutmuş küçük bir kemik yığını olarak, insanların önüne çıktığımızda, iskele tahtalarının üzerinde çıplak ayaklarımla tedirgin, sudan korkan, senin bana iyi niyetle, ama aslında beni utançtan yerin dibine geçirme pahasına durmadan gösterdiğin yüzme hareketlerini tekrarlamaktan aciz, büyük bir çaresizlik içine düşerdim ve böyle anlarda tüm alanlardaki korkunç deneyimlerim eksiksiz bir biçimde örtüşürdü. Bazen önce sen soyunduğunda ve ben kabinde yalnız kalarak herkesin önüne çıkmanın utancını, sen bana bakmaya gelip de, beni kabinden çıkarana kadar erteleyebildiğim zamanlarda kendimi daha iyi hissederdim. Benim çaresizliğimin farkına varmamış gibi göründüğün için sana minnettar kalırdım, üstelik babamın bedeninden gurur duyardım. Ayrıca aramızdaki bu fark bugün de pek değişmedi....


Franz Kafka
Babaya Mektup
Syf. 19-20-21
Can Yayınları

16 Şubat 2015 Pazartesi

Mehmet Akif Ersoy'un Kur'an tercümesi yapmaktaki çekinceleri



Oğlum, sen bu işi basit mi sanıyorsun? Tercümesi istenen eser roman değil, beşeriyetin ictimai mihverini değiştiren Kur'an'dır. Herhangi bir ifade ve ibarenin bile her tabirinde, hatta her kelime ve harfinde -dilbilgisi bakımından- tasrih ve teşmil, ta'rif ve tenkir gibi incelikler vardır. Mesele kelâmullah'a gelince, ondaki eslâftan hikâyeleri ve ahlâki ibret tavsiyeleri, emir ve nehiyleri, temsil ve tenzihleri, tebşir ve tenzirleri, vaad ve vaidleri, tergib ve terhibleri başka dil ile söylemek mümkün mü? Dahası var: tefsirsiz ve izahsız tercümeyi eline geçirenlerden bazı mızrak kafalı cüretkârlar türeyecek; "Kur'an'ın mânâsını - arapça bilmediğimiz için- anlayamıyorduk amma işte tercümesi meydanda. Bizim de akıl ve idrakimiz, bizim de yeter derece kiyaset ve siyasete vukufiyetimiz var" diyerek pis pabuçlarıyla mindere, minbere çıkacaklar ve oradan vaaz edecekler, hutbeler (nutuklar) iradına yeltenecekler, İslâm'daki hakiki mânâ ve maksadı kavramadan irşad yerine ifsada kalkışacaklar.Öyle küstahların önüne ne ile ve nasıl geçilir? (*)



Kur'an'ı tercüme edemedim. Hayır, tercüme ettim; hem bir değil, iki kere tercüme ettim. İlk tercümeyi yaptım, hiç beğenmedim. Naim merhumun hadis tercümelerinde yaptığı gibi kavis içinde muâvin kelimeler kullanarak eksikliğini tamamlamak istedim, bu da olmadı. Bu da Kur'an-ı Kerim'in aslındaki belagatını bozuyordu. Bazı kelimelerin ve umumi surette edatların mukabillerinin bulunmaması, edebi birer vecize olan bazı cümlelerde olan o kısa ayetlerde müteaddid edatın ictima etmesi, tercümeyi imkânsız bir hâle koyuyordu. Kur'an'ın tam tercümesindeki imkânsızlık ne benim kusurumdu, ne de dilimizin. Ben tercüme ile meşgul olurken farsça ve fransızca tercümeleri de gördüm. Benim türkçe tercümem onlardan yüksekti.Fakat bu nisbi yükseklik benim edebi zevkimi tatmin etmiyordu. Kur'an'ın nazmındaki i'cazkâr belağata baktıkça hayranlığım artıyordu. Tercümemden utanıyordum. Birisi Allah'ın kelâmı idi, öbürü Akif kulunun tercümesi. Bu vaziyette ben bu tercümeyi İslâm ümmetinin ve türk milletinin eline nasıl sunabilirdim? (**)

Dücane Cündioğlu
Bir Kur'an Şairi
Syf. [144-145 (*)-167(**)]
KAPI YAYINLARI

2 Ocak 2015 Cuma

"Zekanın aynasında kendimi korkunç görüyorum"




Sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. Fakat hiçbirine alışamamışsın, hiçbirinde ihtisas kazanamamışsın: Evlendin fakat tam mânasıyla zevce olmadın; sevdin, fakat yekpare bir aşkın olmadı, birçok hâdiseler en büyük ihtirasın billurunu kırdı; seyahat ettin, fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın, fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercümeler yaptın, fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun, fakat hiçbir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin, fakat hiçbir şeye iman etmiyorsun.

Peyami Safa
Bir Tereddüdün Romanı
Syf.-126
Ötüken

"Kıyılarındayım İşte"






Yüksek sesle konuşan, asık suratlı bir kalabalık içinde bir sessizliği onarmaya çalışmaktan sindi üstüme, bu ezgin acemilik. Bir kirlenmeden korunmak için susarak yaşadığım her şeyin bir yenilgi olduğunu çok sonra öğrendim. Benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı. Herkesin gövdesiyle varolduğu yerde yüreğini öne süren "bir beyazdım, siyahlar arasında." Kimsenin başkasının gözünün içine bakmadığı, herkesin çoğalmak için aynasını yanında taşıdığı yankısız bir zamanda, insanları sulara bakmaya çağıran meczup, bir beşinci mevsim simyacısıydım, yanlışını sevip yenilgisini kutsayan. Evlerin perdesini çektiği yerde camlarını açarak soluk almaya çalıştım, çürümüş insan kokuları arasında. Sevginin ölümden, sabahın akşamdan farkı yoktu büyük çoğunluk için. Bir solgunluktan geliyorum, evet. Aşkı bitmiş bir ilişkinin kamburu, lambaları sönen bir evden sızan yalnızlığım. Dudağımdaki titreme içimde can çekişen gelecektir. Yüreğimin çok önceden gördüğü bir sonuçtur kirpiklerimdeki buğu... Kıyılarındayım işte tüm kirlenmişliğim, tüm arınmışlığımla.


Şükrü Erbaş 
İnsanın Acısını İnsan Alır
Syf.-80-81
Kırmızı Kedi Yayınevi

Bulanık Ezber




Kalabalığın uzun sürmüş sözüne
Mine çiçeklerinden bir merhem edindim.
Limonların denize gamzeler açtığı
Bir sokağı dünyaya ekleyip duruyorum.
Ay masalı, kum masalı, nar masalı 
Yalnızlığı seviyorum sessizce
Denizden çocuk, dağlardan çıplak
Bir zaman oluyor kalbim
Sitem yok, diyorum, hayatıma
    değmiş hiçbir hayata.
Gözlerim kocaman atkestaneleri

Kime baksam, ıhlamurlar içinde
Bir şehir düşüyor kirpiklerimden.
Yetmedi ölüme bunca ayrılık
Bütün sevdiklerim bulanık bir ezber
Sonsuzluğu öğreniyorum unutarak. 


Nerelerde bıraktınız şaşırma güzelliğimi
Ey çocukluğun inanan yaşları…

Şükrü Erbaş
Bütün şiirleri -3
Syf.-97
Kırmızı Kedi Yayınevi

Pervane









Sana yazıyorum ya, deniz benden önce başlıyor beklemeye. Siyah bir uykudan binlerce rüya kıpkırmızı uyanıyor. Sonra akşamlara dek köpük, sis, uğultu...uzaklıktan büyük resimler çiziyor kumlara su. Senden yana düşüyor dağın gölgesi. Mum çiçekleri gözlerinden salıyor kokusunu. Yollar iyi haberler gibi uzuyor kısalıyor. Senin yerine cümleler kuruyorum kendime. Sonra aralayıp her bir harfini, yaşlı bir hevesle sevinçler okuyorum. Yalnızlık öyle cesur, öyle korkak ki... Bir hayal karınca kirpiklerinin sabahına yürüyor. Zaman avuçlarının içinde. Açıyorum, insan olmanın sonsuzluğu; kapıyorum, ölüm dünya olup geliyor üstüme. Sana yazıyorum ya, içimde umutsuz bir güzellik. Her şeye yeniden inanıyorum. Ben bir ay pervanesiyim. Kanatlarım dünya, sözlerim sevgi. Kendime masallar anlatıyorum.


Şükrü Erbaş
Bütün Şiirleri - 3
Syf.-182
Kırmızı Kedi Yayınevi

"Benim sanatım yaşamak"





"Kerim, bilgi dediğin, edinilir. Yaşamadan bilgi edinildiğini işitmedim ben. Kitaplar, olsa olsa, edindiğimiz bilgiyi denetlemeğe yarar... Yazıyı, resmi, musikiyi, yaşamımın amacı yapmadım hiç. Çalgı çalıp söyledimse, bu işi yapmayı yaşadım. Yazmayı da, resim yapmayı da. Oynadım. Para kazandığım zaman bunlardan, hoşuma gitti, bir eğlence daha bulmuş oldum. Benim sanatım, yaşamak. Sanırım, yaratıcı olabildim o işte; elbette, kendi çapımda..."

Bilge Karasu
Altı Ay Bir Güz
Syf.-73
Metis