27 Aralık 2013 Cuma

Ölüm Hastalığı!





Denemek, belki günlerce denemek istediğinizi söylersiniz ona.
Belki haftalarca.
Belki de tüm yaşamınız boyunca.
Neyi denemek? diye sorar.
Sevmeyi, dersiniz.(*)

Sorarsanız: Ölüm hastalığı neden ölümcüldür? Cevap verir: Ona yakalanan onu taşıdığını, ölümü taşıdığını bilmediğinden. Üstelik ölecek bir yaşamı olmadan öleceğinden, hiçbir yaşamda, hiçbir zaman ölmeyi bilmeyeceğinden.(**)

Hiç kadın sevmediniz mi? diye sorar. Hayır, hiç, dersiniz.
Hiç bir kadını arzulamadınız mı? diye sorar. Hayır, hiç, dersiniz.
Bir kere olsun, bir an için bile mi? diye sorar. Hayır, hiçbir zaman, dersiniz.
Hiçbir zaman mı? Asla mı? der. Asla, diye tekrarlarsınız.
Gülümser, ölüler ne tuhaf oluyor, der.
Yeniden başlar: Peki bir kadına bakmadınız mı? Hiç bakmadınız mı? Hayır, hiç, dersiniz.
Gerinir, susar.Gülümser, yeniden dalar.(***)

Sevdiğini öldürecek gibi olma duygusunu, onu kendinize, yalnız kendinize saklama, bütün yasalara rağmen, bütün ahlaki baskılara rağmen onu alma, kaçırma isteğini duydunuz mu? Hiç bu isteği duydunuz mu? der.
Hiçbir zaman, dersiniz.
Size bakar, tekrarlar: Ölüler ne tuhaf oluyor.(****)


Çabucak vazgeçersiniz, artık onu aramazsınız, ne şehirde, ne gecede, ne de gündüzde.
Böylece yine de bu aşkı sizin için olabilecek tek şekliyle yaşayabildiniz, başınıza gelmeden kaybederek.(*****)





Marguerite Duras

Ölüm Hastalığı

*Syf.-8
**Syf.-18
***Syf.-24-25
****Syf.-31-32
*****Syf.-39
Metis Yayınları



KARIMA




Erikler çiçek açtı, ilkbahar geldi karım.
Yıllardır bu insanı büyüleyen dünyaya,
Penceresi demirli odalardan bakarım.

Bana, bırak diyorsun cigarayı zarardır.
Halbuki kara gözlüm,onunla senden gayri
Gözlerimin önünde kül olan kimim vardır?

Kulağımdan gitmiyor “Beni unutma!” sesin
Bir tanem aramızda dağlar, taşlar olsa da,
Sen uzaklarda değil, göğsümün içindesin!

Kulağını göğsümün çarpan köşesine koy
Dinle anlatsın sana ne türlü sevdiğimi.
Oy kilitli kapılar,kilitli kapılar ooy.



Orhan Kemal
Yazmak Doludizgin(Günlükler ve Şiirler)
Syf-153
Everest Yaynları

22 Aralık 2013 Pazar

Ortaya bir değer çıkarmak gerek






Siz mağazaya gittiğinizde satıcı hangi malı vitrine koyar? Tabii ki ucuz olanı değil, daha pahalı ve güzel olanı koyar vitrine.Doğal olanı da budur. Birden fazla üstün özelliklere, yeteneklere sahip olan kimse de aynı şekilde davranır. Örneğin benim yazım çok güzel, iyi de saz çalarım. Aynı zamanda yazarım,fizikçiyim. Bu durumda ben artık ikide bir güzel yazımı göstermek için fırsat kollayıp her bahaneyle güzel yazı yazmaya kalkışmam.Hatta belki  "Yazım güzeldir." demeye bile utanırım. Üstelik bu özelliğimi gizlemeye çalışırım. Zira böyle bir özelliği bedevilere has bir özellik olarak telakki ederim! Öyle gizlerim ki, on yıllık arkadaşım bile güzel yazı yazdığımı bilmez.Ben bunu asla dile getirmem. Zira varlığımı ortaya koyacak daha iyi  imkana, daha iyi yeteneğe sahibim. Eğer oturduğumuz her yerde ve her fırsatta bir adam bize güzel yazı yazdığını göstermeye çalışırsa; ona, "Kardeşim bizi amma sıktın! Tamam, anladık yazın güüzel.Artık bu konuyu  açma sakın! denmemeli. Ona bu şekilde karşılık vermek kesinlikle doğru değil. Bu şekilde sen, onu bu yanlışından kurtarmış olmadın, aksine onu yaraladın.Bu nedenle senin bulunmadığın bir ortamda, yine bu özelliğini ortaya koyacaktır! Peki, nasıl davranmalısın? Onda güzel yazı dışında daha üstün bir değeri geliştirmelisin ki onu göstererek varlığını ifade etsin ve bir daha güzel yazısını dile getirmeye ihtiyaç duymasın. Yani bu noktaya kendisi doğal olarak ve ilmi bir yöntemle gelsin ki güzel yazısını gizlesin. Sen bir adama varlık değeri ve varlığını ortaya koyacak bir şey vermezsen, o da var olduğunu göstermek için ancak bedenini ortaya koyar. Zira bir hayvanın, canlı ve biyolojik bir varlığın sahip olduğu en asgari şey bedenidir. O bundan başka bir şeye sahip değildir. Bunu da kim olursa olsun, her fırsatta herkese gösterir. Dolayısıyla bedenini sahneleme hadisesi; onda var olan doğal, zorunlu, bilimsel, kesin ve kaçınılmaz bir içgüdünün yansımasıdır...

Ali Şeriati
İslam ve Sınıfsal Yapı
Syf- 66
Fecr Yayınevi

Seni bütün olarak istiyorum




Dışarıda yağmur çiseliyor.Yine şuh bir bahar sabahı.Kaçta kaçın benim?Kanımda, kafamda sen varsın.Sesin yetmiyor bana.Seni bütün olarak istiyorum,etinle,iskeletinle, rüyalarınla bütün.Ve yalnız benim olarak.Mazini kıskanıyorum.Halini kıskanıyorum.Kendini rahat hissetmen beni kudurtuyor.Anlarsan anla,ben anlayamıyorum. Acı duymaman için derimi yüzdürtürüm, ama ayrılığın seni üzmediğini, yaralamadığını düşünmek kanımı tepeme çıkarıyor.Üstelik buna imkan olmadığını da biliyorum.Biliyorum ki, benimsin, yalnız benim, ebediyen benim.Dudaklarım, dudaklarına, tenim tenine, ruhum ruhuna alevden harflerle damgasını vurmuştur.Bu damgayı ancak ölüm silebilir.Biliyorum ki mustaripsin.Ekim,kasım,aralık,ocak..O zamana kadar yaşayacak mıyım? Vaham benim.Yine susuzum, eskisinden daha susuzum.Belki uzviyetin(canlılık) isyanı bu, korkunç bir isyan.
Tepeden tırnağa öperek.


Cemil Meriç
Lamia Hanım'a Mektuplar(Jurnal cilt 2)
Syf-31
İletişim Yayınları

13 Aralık 2013 Cuma

Aramamız Gereken


Aramamız gereken, başkasını ikna yolları değil, kendimizin mukni oluşudur. Müslüman eğer beşikten mezara niçin gittiğini biliyorsa, bu bilgisini süsleyip bir başkasına cazip kılmasına gerek kalmaz. Çünkü bu konudaki rahat ve emin tavrı başlıbaşına bir cazibe olacaktır. O zaman bir tür azadlık yaşayacağımızı, bu azade halimizin de başkalarını cezbedeceğini düşünebiliriz.Yani beşikten mezara giden yolda kendimize sağladığımız güven, başkalarına sunabileceğimiz güvenin kaynağıdır. Çağımızın propaganda, beyin yıkama ve şartlandırma metodları, kişinin kendi inanmadığı şeylere başkalarını inandırmasının yollarıdır. Müslümanların "bir ikna metodu" aramaları kendilerini, kendi itikadlarını alelade bir doktrin seviyesinde görmeleri demektir ki bu, İslam'a mahsus bilgiyi terkettiklerinin delili olabilir.


İsmet Özel
Faydasız Yazılar
syf- 57
Şule Yayınları

11 Aralık 2013 Çarşamba

Okumak ve eğitim sistemi!



 Eğitim sistemimizin saçmalığına geri gelmek isterim: Bu sistemin amacı bizi iyi ve bilge biri haline getirmek değil; bilgili bir insan yapmaktı. Bunu başardığını da söyleyebilirim. Okullarda bize erdemi aramayı ya da bilgeliği kucaklamayı değil ancak bu sözcüklerin türemiş hallerini ve köklerini öğrettiler...Hemen şu soruları soruyoruz, "Yunanca ya da Latince biliyor mu?", "Şiir ya da düzyazı yazabilir mi?" Ama asıl önemli soruyu sormak en son aklımıza geliyor: "Daha iyi bir insan, daha bilge biri oldu mu?" Oysa, kimin daha çok şeyden anladığını değil kimin daha iyi anladığını merak etmeliyiz. Biz yalnızca belleğimizi doldurmakla uğraşıyor, kavramayı, doğruyu yanlıştan ayırt etme becerisini kazanmayı o kadar da önemsemiyoruz.(1)
Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak.(2)

 [Montaigne]

Alain de Botton
Felsefenin Tesellisi
Syf-188-189(1)
Syf-145(2)

9 Aralık 2013 Pazartesi

Tutamak!




Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi,en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir  çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven, bir kadın.




Yusuf Atılgan 
Aylak Adam
Syf- 148-149
Yapı Kredi Yayınları

4 Aralık 2013 Çarşamba

Leonardo!



  
 Kamu ahlakının koruculuğunu üstlenen Gecenin Bekçileri, daha yirmili yaşlarının başında olan Leonardo'yu Üstad Verrocchio'nun atölyesinden alıp bir hücreye tıktı.Hiç uyumadan, doğru dürüst nefes almadan, canlı canlı yakılma korkusunu sürekli içinde hissederek orada iki ay geçirdi.Homoseksüelliğin cezası odun yığınıydı ve isimsiz bir ihbar mektubu onun Jacopo Saltrelli'yle bir sodomist ilişki yaşadığını iddia etmişti. Delil yetersizliğinden serbest bırakıldı ve normal yaşama döndü.Ve sanat tarihinde ışık-gölge oyununu ve bulanık tarzı başlatan neredeyse hiçbiri tamamlanmamış şaheserler yarattı; kıssalar,efsaneler ve yemek tarifleri yazdı; kadavralar üzerine anatomi çalışmaları yaparak insan organlarını ilk kez mükemmel bir biçimde resmetti; dünyanın döndüğünü teyyit etti; Helikopteri,uçağı,bisikleti,denizaltıyı,paraşütü,mitralyözü,el bombasını,havan topunu,tankı,hareketli vinci, yürüyen kazıcıyı,spagetti makinesini,rendeyi icat etti.... ve pazar günleri kurulan pazardaki kuşları satın alıp sonra onları özgür bırakırdı. Onu tanıyanlar asla bir kadına sarılmadığını söylüyorlar,ama bütün zamanların en ünlü tablosu onun elinden çıktı.Ve bu bir kadının tablosuydu.




Eduardo Galeano
Aynalar
syf-112-113
Sel Yayıncılık

28 Kasım 2013 Perşembe

Seni tanıyorum!





"Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içerisindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin…"

"1903 tarihli bir mektuptan"


Franz KAFKA
Dava
syf-15
Can Yayınları

25 Kasım 2013 Pazartesi

Sen hiç istemedin ki dostum





  İsteseydin eğer, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz istememişsin demektir.
İsteseydin eğer, isteğinin şiddetinden, istemenin muhabbetinden yer yarılır, gök parçalanır, ma'dum mevcuda, adem vücûd'a inkilâb ederdi. İsteseydin eğer, günahların yok olurdu. İsteseydin eğer,bir kere isteseydin, evet bir kez gerçekten isteseydin olan olurdu... olacak olan olurdu. İsteseydin olmaz bile olurdu...

Sen hiç istemedin ki dostum! İstemek nedir bilmedin ki! Hiç tutulmadın sen! Tutkuların için ölmedin ki! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun! Sen hiç olmadın ki! Evet, olmadın, çünkü sen hiç ölmedin! Ölecek kadar istemedin, ölümün pahasına istemedin, ölümüne istemedin! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun. Oysa ne öldün, ne oldun. Çünkü sen istemedi; isteğini, istediğini aslında dile bile getirmedin. Öyle ya, bir kere dile getirseydin, olurdun. Bir kez adam gibi aklından geçirseydin hemen orada olmuş ve ölmüş idin.

Sen hiç istemedin ki dostum! İstemesini bilmedin. İstemek nedir bilmedin. Çünkü sen ol deyince olduranı hiç tanımadın.





Dücane Cündioğlu
Göz İzi
Syf-57
Kapı Yayınları

21 Kasım 2013 Perşembe

Bazen düşünceler sözcüklere dönüşemedikleri için acıtırlar!

...Bu işkencenin ötesinde, her güçsüzlük, onun çocuksu, budala yüzünü aşka teslim ediyor, oysa pek buyurgan olmayan bir yürek bile bu zoraki ve şaşkın saçmalığa kafa tutardı. Evet, söylenmesi gereken şuydu: "Seni seviyorum - ama ben hiçbir şey değilim, ya da pek az bir şeyim, ve tüm aşkına rağmen beni gerçekten kabullenemezsin. Sen, ruhunun derinlerinde, benliğinin kökeninde, çok şey istiyorsun, ama ne her şeyim var, ne de ben her şeyim. Aşka layık olmayan bir yaradılışım olduğu için, şansım arzumdan daha az olduğu için ve ulaşabileceğimden daha fazla sevdiğim için beni affet. Beni affet ve artık beni aşağılama. Artık benim için aşk hissetmediğin zaman, adil olacaksın. İşte o an, benim cehennemimi hissedeceksin, işte o zaman beni; bana asla yetmeyecek olan, ama aşkı bir kez daha kabul etmek için acı içinde yaşama katacağım, bizi aşan bir aşkla seveceksin." Söylenmesi gereken buydu, evet, ama zorluk başlıyordu. Kadın orada değildi, günler avaz avaza ilerliyordu, her gece bir yara açıyordu.



Albert Camus 

Defterler 2
Syf- 280
İthaki Yayınları

17 Kasım 2013 Pazar

Aşk için önsöz




Beni üzme
Kendini de benimle üzme
Sözümüzü üşütme
Fazla açılma benden
Çok açılma bana da
Kendine de fazla açılıp da
İçine düşme
Geçmişe gül gönder
Unutma

Anılar da su ister 
Anılara iyi bak
Bana bak
Beni tut
Bana tutun
Beni orda burda
Beni şunda bunda
Unutma 

Bak


Haydar Egülen
Aşk Şiirleri Antolojisi
Syf-19
Kırmızıkedi Yayınevi


15 Kasım 2013 Cuma

İçimizdeki Şeytan


İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakiklatleri görmekten kaçmak itiyadı var...Hiçbir şey üzerinde düşünmeye hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya luzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.

Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan
Syf -249-250

10 Kasım 2013 Pazar

Size fena şeyler söyleyebilir miyim?



“Size fena şeyler söyleyebilir miyim?.. Sizi sevdiğimi, deli gibi, ölecek gibi sevdiğimi söylemek fena bir şey mi? Şaşırmayın...İhtimal kulaklarınız böyle sözlere alışık değil... Fakat yalnız kulaklarınız… Kendinize itiraf etmeseniz bile, ruhunuzun bu sözlerime yabancı olmadığını tasdik edeceksiniz… Bakın, bağırmıyorsunuz… Yanımdan kaçmıyorsunuz… Yüzünüz nefret ifade etmiyor… Beni anlıyorsunuz!.. Sonuna kadar, en küçük noktasına, en gizli köşesine kadar ruhumu görüyorsunuz ve bunlar size yabancı gelmiyor… değil mi? Sizden cevap istediğim yok… Beni sadece dinlemenizi istiyorum. Daha dün gördüğünüz ve toptan iki saat bile konuşmadığınız bir insanı dinlemenizi isterken ne yaptığımın farkındayım… Fakat bir ses bana mütemadiyen doğru yaptığımı fısıldıyor. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar açık olmamıştım. Buna cesaret edememiştim. Halbuki şimdi bütün mevcudiyetimi gözlerimi kapatarak size teslim edecek kadar büyük bir emniyet duyuyorum ve alay edeceğinizden, reddeceğinizden korkmadan konuşuyorum. Bu emniyet, bu kanaat bana sizi ilk gördüğüm andan itibaren geldi. Demin ne demiştim: Vapurda yanınıza gelirken orada teyzemin oturduğunun farkında bile değildim. Sizi görmüş, sonra başka hiçbir şey görmez olmuştum. Sizi tanımıyordum, buna rağmen büyük bir emniyetle o kalabalığın içinde yanınıza kadar geldim. Size hitap etmek üzereydim, teyzem söze karıştı. Bunları anlatmaya bile lüzum yok. Zaten anlatmak istediğim bir şey var, bin bir şekle sokup anlatmak arzusuyla yandığım bir tek şey: O da sizi sevdiğim. Bunun dünyanın teşekkülünden beri kaç milyar defa tekrar edildiğini unutmuyorum, fakat siz söyleyin, canlılığından bir şey kaybetmiş mi? Kainatta hiçbir mevcudun olamayacağı kadar taze ve olgun değil mi?.. Bu öyle bir kelime ki, doğuyor ve doğuşuyla beraber kemali de içinde getiriyor. Sizi seviyorum... Başka ne söyleyeyim? Siz de cevap vermeye kalkmayın. Bir insanın bütün varlığı ile karmakarışık ruhu, esrarı çözülmemiş vücudu, arzuları, itiyatları, ihtirasları, hülasa her şeyi ile size teslim olması, size iltihak etmesi (katılması) ne muazzam bir şeydir! Bunu tamamıyla anladığınızı biliyorum. Bunun karşısında lakayt kalamayacağınızı da biliyorum. Hiçbir insan seven bir insanın karşısında alakasız olamaz. Dünyanın bu en harikulade hadisesi karşısında kimse hareket ihtiyarına (davranış özgürlüğüne) malik değildir. Buna hakkı yoktur. Nasıl muhtaç olduğumuz havayı istemem demeye, mekan içinde bir yer işgal etmekten vazgeçmeye kuvvetimiz yoksa, bize verilen bir aşkı almamaya da iktidarımız yoktur.Sizi seviyorum...Hem nasıl seviyorum yarabbi.. Şu anda bir tarafımı kesseniz acı duymam. Sizin için herhangi bir şeyi yapmak istediğim zaman beni durduracak kuvvet tasavvur etmiyorum. Ölüm bile buna muktedir değildir. Bakın, etrafımızdan bir sürü insanlar geçiyor, birçoğu dönüp dönüp bize bakıyorlar, daha doğrusu bana bakıyorlar. Hangisini isterseniz yakalar ve öldürürüm. O buna karşı koymak istese bile, bunun bir aşk için lüzumlu olduğunu öğrenince gevşeyecek, mukavemeti kırılacaktır. Bakın, nasıl siz de aynı benim gibi sarsılıyorsunuz. Hayatınızda böyle bir şeyin ilk defa olduğu muhakkak, söyleyin bana, içinizde hiç yabancılık var mı? Bütün bunlar sizin için malum şeyler değil miymiş? Yalnız bu anda kafanızda bir örtü açılıyor ve ruhunuzun en zengin tarafları önünüze seriliyor. Hiç yanılmadan biliyorum ki, siz de benim gibi şu anda bozuk kaldırımlar üzerinde yürümekte değilsiniz. Siz de vücudunuzun elli veya altmış kilo ağırlığından kurtularak ilerliyorsunuz... Bakın, Beyazıt’a gelmişiz... Nasıl? Ne kadar zamanda? Bunları bilmiyoruz. Zamanın olduğu yerde kaldığını ve bizi huşu içinde dinlediğini fark etmiyor musunuz?.. Elinizi bana verin... Nabzınız benimki kadar, belki daha hızlı atıyor. Bileğinizin terleri elimi yakıyor. Güzel göğsünüzün altındaki mini mini kalbinizi görüyorum. Şu anda yok oluversek herhangi bir teessür duyar mısınız? Hayattan ayrılmayı istemeyiz, çünkü tatmin edilmemiş birçok arzularımız vardır. Fakat şu anda hiçbir istek bizi bir yere bağlamıyor. Ruhlarımızın dopdolu olduğunu hissetmiyor musunuz?.. Bileğiniz insanı çıldırtan bir teslimiyetle parmaklarımın arasında duruyor. Bütün ince dallardaki yapraklar gibi titriyor. Bana bu anı yaşattığınız için size minnettarım. Hayata, tesadüfe, beni dünyaya getirenlere, herkese, her şeye minnettarım. Artık evinize geldik. Ben girmeyeceğim. Sizi tekrar görünceye kadar bu anları kafamda yaşatmaya çalışacağım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Belki şehrin dışına çıkarak sabaha kadar koşar ve şafakla beraber buraya gelirim, belki de burada, duvarın dibinde oturur ve sizden etrafa yayılan havayı yakından koklamak isterim.Bana hiçbir şey söylemeden içeri girin.Sizin yanınızda bulunduğum her dakika beni baş döndürücü bir süratle daha büyük bir saadete doğru götürüyor...Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve kesif olması nedir bilir misiniz? Şimdi şuracığa düşmekten korkuyorum. İçimde biriken hislerin birdenbire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum. Allahaısmarladık. Yarın sabah sizi tekrar gelip alacağım... Allahaısmarladık..."

Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan
Syf - 80-81-82

4 Kasım 2013 Pazartesi

Mutlu Olma Sanatı






Bundan çok zaman önce(!) mutsuz bir kral varmış.Ne yapsa, ne etse mutlu olamıyormuş. Derken ülkenin en bilge kişisini huzura çağırtıp mutluluğun formülünü sormuş. Bilge " Kral Hazretleri! Mutsuzluktan kurtulmanın biricik yolu mutlu bir adamın gömleğini giymektir" demiş. Bunun üzerine ülkenin dört bir yanına adamlar gönderilmiş. Adamlar aramışlar, taramışlar fakat mutlu birine rastlamamışlar. Kimileri karısından, kimileri soğuktan, kimileri de yoksulluktan yakınıyormuş. Saraya dönmeye karar vermişler. O esnada bir evin önünden geçiyorlarmış. İçeriden birinin şöyle bir duada bulunduğunu duymuşlar: "Ne istedimse verdin. Ben mutlu olmayayım da  kim mutlu olsun." Bunun üzerine içeriye baktıklarında görmüşler ki adamın sırtında bir gömlek bile yok!
EY DOST! Sen de mutluluk gömleğinin nerede olduğunu soruyorsun öyle değil mi? Belki de çıplak adamın sırtındadır. Kim bilir?


Alain Chartier
Mutlu Olma Sanatı
Arka Kapak

2 Kasım 2013 Cumartesi

Kafka ile Konuşmalar







"İyileşecek, sapasağlam döneceksiniz. Gelecek, her şeyi düzeltecek. Her şey değişecek."
Kafka gülümseyerek, sağ elinin işaret parmağını göğsüne koydu.
"Gelecek burda zaten, içimde. Değişme, gizli yaraların açığa çıkması olacak yalnız."
Sabırsızlandım.
"İyileşmeye inanmıyorsanız, sağlık yurduna ne diye gidiyorsunuz?"
Kafka, yazı masasının üstüne eğildi.
"Her sanık, yargının ertelenmesi için çabalar."





Gustav Janouch 

Kafka İle Konuşmalar
syf-77-78
İz Yayıncılık

30 Ekim 2013 Çarşamba

Tolstoy'dan Anılar



"Sevebiliyorsun, ama seçmeye gelince- hayır hayır, yapamıyorsun, havadan  sudan şeyler uğruna tüketeceksin kendini."
"Peki herkes böyle midir?"
"Herkes mi?" dedi Lev Nikolayeviç.
"Hayır, herkes değil."
Sonra birden, bana bir tokat indirircesine sordu:
"Neden Tanrı'ya inanmıyorsun?"
"İnancım yok benim Lev Nikolayeviç."
Gerçek değil. Doğuştan inanan bir kişisin sen. Tanrı'sız edemezsin. Bir gün kendin de anlayacaksın bunu. İnançsızlığın, kırgınlığından doğan dik başlılığının sonucu. Birtakım kimseler de utandıkları için inanmazlar; gençlerde görülüyor bu; sözgelişi bir kadına tapıyorlar, ama anlamaz korkusuyla ya da göze alamadıkları için, göstermekten kaçınıyorlar bu sevgiyi. İnanç da sevgi gibi, biraz yiğitlik, biraz gözü peklik ister. İnsan kendi kendine 'inanıyorum' derse olur biter; o zaman her şey gönlünüzce görünür, açıklanır, sizi kendine çeker. Nitekim çok seviyorsun; inanç da daha büyük bir sevgidir ancak: daha da çok sevmelisin, o zaman sevgin inanca dönüşür. İnsan bir kadını severse, o kadın doğrudan doğruya yeryüzünün en iyi kadını olur. Herkes en iyi kadını sever, bu inançtır işte. İnancı olmayan kişi sevemez: Bugün bir kadını sever, önümüzdeki yıl bir başkasını. Böyle adamlar, ruhça kısır bir yaşamı sürdüren serserilerdir- iyi bir şey değil bu. Ama sen inanan biri olarak doğmuşsun, tersine gitmen boşuna. Güzellik diyeceksin belki şimdi. Peki nedir güzellik? En yüce, en yetkin olan Tanrı'nın kendisi değil mi?



 Maksim Gorki

Tolstoy'dan Anılar
Syf-80-81

26 Ekim 2013 Cumartesi

Bir şair, bir şiir (3)



Eski Kırık Bardaklar

 İşte bu ellerimle yalnızım işte bu inanmazsan bak
Bu saçlarımla bu iyi giyimlerimle paralarımla
Sen varsın ya sen çoğu kez yetmiyorsun
Uzakta mısın sen misin söylemiyorsun
Bakışın mı eksik dudakların mı anlamıyorum
O adamlar geliyor aklıma karanlık iri yarı
O gemiler ipleri yelkenleri dümenleri dökük
Unuttuğum kırlangıç kuşları kırık bardaklar
Bir ahşap evde taşlıkta yaz günleri bilmesem
Bir testiden soğuk soğuk sular sızdığını bilmesem
Güç dayanırım

Bu durum tek başıma beni suçlandırıyor
İşte gör sabah akşam başucumdayım

Bakın bu ikide birde bozulan güneş
Bu durup dururken sokan yılan
Bu kırık bardaklar çöplüklerde
Aşkın şiirin ölümün en kolayına gitmek
Caddeleri sevmediğim kadınlarda yitirdiğim
Biliyorum sebebini bir bir biliyorum
Öyle kolay kendisi söylemesi kurtulması öyle kolay
Kolaylığından sıkılıyorum
Kurtulmak elimden gelmiyor

Turgut Uyar

23 Ekim 2013 Çarşamba

Eduardo Galeano: Kelimelere yürümeyi öğreten adam!



                                                 
Onlar Dinlemesini Bildiler

Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya'da doğdular ve yaşadılar.1973 yılında, bu ünlü profesörler Meksika'ya gittiler ve Maya dünyasına, bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip şöyle dediler: Öğrenmeye geldik. Yerliler sustu. Kısa bir süre sonra, içlerinden biri sessizliğin sebebini açıkladı: Biri bize bunu ilk kez söylüyor.
Ve Gudrun'la Karl yıllarca orada kalıp öğrendiler. Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını öğrendiler, çünkü ben beni içen suyu içiyorum ve ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum;
ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler:
Ben diğer bir senim.
Sen diğer bir bensin.


Eduardo Galeano
Ve Günler Yürümeye Başladı
Syf-93

19 Ekim 2013 Cumartesi

Avludan balkona çıkan dindarlık

   



Sonradan-görmeliğin tezahürü pornografiktir, yani güya bir zuhur vardır ortada ama o zuhurun özü yoktur. Çünkü sonradan-görmelik, her defasında kendini teşhir aracılığıyla ifade eder, etmek zorundadır. Bu ifade ihtiyacı nedeniyle sonradan-görmeler, geç görmenin acısını gösterişle bastırmaya çalışırlar. Çaresizdirler; zira kendilerini her defasında, bakın bende neler var, demekten alıkoyamazlar. Zavallıların asıl varlık sebebi teşhir ve gösteriştir. Böyleleri gösterdikçe varolurlar. Gösteremezlerse, gösterilecek kadar değerli şeylerinin olduğunu nasıl hissedeceklerdir? Başkalarının gözlerinden onay almazlarsa, alamazlarsa, bir ömür boyu peşinden koştukları o incik boncukların yüksek değerine kendilerini, son bir kez daha, nasıl ikna edeceklerdir? Sonradan-görme, varlığını, varlıklarını göstermedikçe, göremez. Hemen işaret edelim sonradan-görmeliğin lux tutkusunun temelinde de işbu teşhir düşkünlüğü vardır. Lux kullanımı, teşhirin en etkin, en bilindik yoludur, gösterişin ve şa'şaanın, parıltının ve ışıltının.
   Dindarlık ve asalet, özü itibariyle, luxten hoşlanmaz. Yemede, içmede, giyim kuşamda teşhir ve gösterişi bir zayıflık olarak addeder; doymamış, tatmin olmamış nefislerin zayıflığı ve zavallılığı olarak.Sonradan-görmeliğin tezahürleri de zaten doymamışlıktan, işbu ezelî açlıktan kaynaklanmaz mı?Dindarlık, bedenin doyumsuz arzularının (şehvet ve iştihanın) peşinden koşmayı düşkünlük, bu arzuları kontrol altında tutmayı da olgunluk olarak tanımlar. [Dindarlık yerine asalet kelimesini seçecek olsaydım, düşkünlük yerine görgüsüzlük, olgunluk yerine görgü kelimelerin kullanabilirdim.]Dindarlık bu açıdan masrafa değil, israfa karşıydı. Lux ve gösterişe, teşhir ve pornografiye, bakış israfına. İslâm mimarisinde balkon yoktu, avlu vardı. Medeniyetimizin temel taşlarından biri de mahremiyetti çünkü. Haram, hürmet mahrem.
Bakışın kendisine riayet etmesi gereken sınırlar vardı. Bakışla rahatsız etmek de yasaktı, bakışları rahatsız etmek de.Avlunun içini yasak bakışlarla taciz de haramdı, balkona çıkıp gözleri taciz de.
Dindarlık lux ve israfı yoksul gözlere, yoksulların gözlerine tecavüz olarak tanımladığı için, iştah ve şehvetin her hâlukârda tecessüm etmesinden (bedenlenmesinden) rahatsız olmak zorundadır. Öyle ki zenginliğin değil sadece, yoksulluğun bile aşikâr kılınmasına razı değildir.
Dindarlar, şimdilerde, sanki matah bir şeymiş gibi, burjuva sınıfını asıl kendilerinin teşkil ettiklerini iddia etmeye başladılar. Ne komik! Hangi sıfatı üstlendiklerini bile bilmiyorlar. Sanıyorlar ki burjuvazi, ki bizde burjuva vardır ama burjuvazi yoktur, zenginler kulübü gibi bir şey. Kart çıkaranların girebileceği bir club. İçine atlanabilecek özel bir havuz.Oysa burjuva terimine iki sınıfa göre anlam verilebilir: İlki, aristokrasi'ye (yukarıya) göre, iki, işçi sınıfına (aşağıya) göre.
Aristokrasiye göre, burjuva, sonradan-görmeydi, çalışarak, üreterek, alıp satarak kazanılan servetin sahibiydi. En nihayet soysuzdu. Asaleti yoktu. İşçi sınıfına göreyse, burjuva, ki artık aristokratın yerini almıştı, bu sefer yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya olumsuzlanıyordu. Zengin hödüklerin bir diğer adıydı burjuva. Nitekim marksistler, aristokrasiye göre burjuvaziyi ilerici, proleteryaya göre gerici sınıf olarak tanımlıyorlardı.
      Kısaca, cebi para gören dindarlarımızın dahil olmak istedikleri burjuvazinin gerçek anlamı, en azından gündelik dilin sınırları içinde, itibardan başka bir şey değil.Dindarlar devlet ve toplum nezdinde itibar görmek istiyorlar, adam idadına konulmayı arzu ediyorlar. Bu bağlamda, jet-ski'ye binen Cübbeli Ahmet fotoğraflarındaki görüntü ile başı örtülü Ayşe Arman fotoğraflarındaki görüntü, birbirlerini nasıl da tamamlıyor. Aynı insan malzemesi, aynı dokuma, aynı kumaş. İlki, dindarlığın zorla burjuva yaşamının üzerine çökme hırsını resmediyor, ikincisi seküler şımarıklığın, bedeni örterken bile ruhun mahremiyetini tekmeleme ihtirasını. Cübbeli'ninki dişil, Arman'ınki eril.
Bu konuyu kapatmadan Alman iktisatçı Sombart'a kulak verelim:
"Her türlü kişisel lüks, öncelikle salt nefse dayalı bir haz duygusundan kaynaklanır: görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularını uyaran şey, her türden kullanım eşyası üzerinde günbegün daha da mükemmel bir tarzda nesneleştirilir. İşte bu kullanım eşyaları da lüksün seyrini belirler."
Kapitalist dünyanın değerleriyle yeni tanıştıklarını zanneden dindarlarımız, bu sese iyi kulak vermeliler; zira sonu doğrudan onları ilgilendiriyor:

"Uyarıcı araçların incelmesi ve çoğalması karşısında duyulan istek, eni sonu bizim cinsel yaşamımızda bulacaktır nedenini: zevk düşkünlüğü ve erotizm, eni sonu bir ve aynı şeydir. Öyle ki çoğu durumda, şu veya bu biçimde lüks gelişiminin teşvik edilmesi, doğal olarak, etkisini bilinçli ya da bilinçsizce sürdüren bir aşk duygusuna gelip dayanmak zorundadır."

Kısaca Sombart, kapitalizmi ortaya çıkaran luxün, haklı olarak, gayr-ı meşru aşkın çocuğu olduğunu söylüyor. Yani kontrolü kaybetmiş cinselliğin. Bir tür negatif dindarlığın.
Zenginleşmiş dindarların, artık kendi öykülerini anlamlandıracak bir de filmleri var. Stanley Kubrick'in çektiği Eyes Wide Shut(1999).
Önce seyredilmeli, sonra tartışılmalı. Sınırları ihlâl etmenin maliyeti. Avludan balkona çıkmanın bedeli.


Dücane Cündioğlu
Mimarlık ve Felsefe
Syf.- 94-95-96

16 Ekim 2013 Çarşamba

Okyanusun derin sularında yüzen kelimeler



Raskolnikov uzaklaşırken düşünüyordu: "Nerede okumuştum?..Ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor ya da düşünüyordu: 'Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamak isterdim! Yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! Nasıl olursa olsun, yaşasam!...' Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu! Ne alçak bir yaratık şu insanoğlu!

Fyodor Dostoyevski 
Suç ve Ceza



                                                                                                                   

Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracıkta, nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Marie'nin gövdesini kavrayıp sıkmak için cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da, kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim.Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık, "İnsan eninde sonunda her şeye alışır,"der dururdu.

Albert Camus
Yabancı

13 Ekim 2013 Pazar

KAFKA : EĞER KATİL DEĞİLSENİZ, BENİ ÖLDÜRÜN.






Dünyanın ilk can pazarını haber veren davulların sesi giderek yaklaşırken, Franz Kafka Metamorfoz(Dönüşüm) adlı romanını yazdı.Ve kısa bir süre sonra, başlayan savaşla birlikte Dava doğdu. Bunlar iki kolektif kabustur: Bir adam kocaman bir bokböceğine dönüşmüş olarak doğar ve en sonunda bir süpürgeyle süpürülene kadar bunun nedenini anlayamaz; ve tutuklanan, suçlanan, yargılanan ve mahkum edilen başka bir adam en sonunda cellatlar tarafından hançerlenene kadar bütün bunların nedenini anlayamaz. Bir biçimde bu hikayeler, bu eserler savaş makinesinin tıkır tıkır işleyişinin haberini veren gazete sayfalarında her gün devam ediyorlardı. Ateşli gözlerin hayaleti, bedensiz bir gölge olan yazar ıstırabın en son sınırından yazıyordu. Çok az şey yayınladı, neredeyse hiç kimse onu okumadı. Yaşadığı gibi sessizce gitti.Acı içinde can çekişirken sadece doktordan bir şey istemek için konuştu: EĞER KATİL DEĞİLSENİZ, BENİ ÖLDÜRÜN.

Eduardo Galeano
Aynalar

3 Ekim 2013 Perşembe

Belki de aşk bir yorgunluktu






...Birdenbire gururu silkindi.İçinin bir köşesinde, babasının bir gözü onun bütün ruh hallerini seyrediyordu.Gerçekten seyretseydi, ona belki "deli ol, âşık olma" diyecekti." Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamağa devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok." Ferit için de, şimdi, aşkı aptallığa benzeten şeylerden biri, bütün şahsiyetin yutuluşu ve sevgilinin hayali içinde, zevksiz bir santimantalizme  doğru yuvarlanışıdır.Fakat bu hayal, işte Selma'nın gözleri, tuhaf şey, tıpkı deminki gibi, donuk ve canlı, hep öyle misin? Bu sualde bir "değiş" emri gizli. Benim kendisine doğru hamlemden o anımın bütün zaafını sezen bir mahlukun bu fırsattan, benim iç istihalelerimin kumandanı olmaya kadar gidecek derecede faydalanmaya kalkması vakıasını nasıl görmüyorum? Şimdi nasıl yakaladım! Ruhumun inkılâpçısı olmak sevdasına düştü. Ve ben, yok olmaya hazır bütün şahsiyetimle onun gözlerinde erimeyi benzersiz bir haz gibi duyacak kadar kendimden geçtim. Ona bu sualinin hesabını soracağım yerde, gözlerindeki ebediliğin kasidesini ona, müstebitin kendisine okumak arzusuna düştüm. Babam daima haklıdır. Peşimden gelen köpeğin mevcut olmadığını söylediği zaman da, bu dünyada istihzamızdan kurtulmaya lâyık hiçbir şey olmadığını söylediği zaman da, aşkın bir ahmaklık olduğunu söylediği zaman da haklıdır. Öyleyse şunu da söyle baba, ne yapmalıyım? Bir kahkaha atmalısın, oğlum. Bir kahkahanın halletmediği hiçbir mesele yoktur. Gözünü oyarlarken bile bir kahkaha at, acı duymazsın. Gül ve geç. Fakat gülemiyorum, baba. Sen iki kız kaybettin, bütün servetini kaybettin, şimdi neredesin, bilmiyorum. Sağsan, gülebiliyor musun? Daima, daima, Ferit, gülebiliyorum. Nilüfer'i ve seni kaybedersem de güleceğim.Yoksa ben hepinizden evvel kaybolurdum. Az mı üzdünüz ve harap ettiniz beni? Ateşin var oğlum, hastasın, kahkahadan başka ilacın yoktur, sen de gül, Ferit, oğlum, sen de gül.
Fakat Ferit ağlamak istiyordu. Elini başına koydu. Evet, ateşim var. Gözlerini yumdu. Alnında Selma'nın avucunu ve nemli saçlarının arasında onun parmaklarını düşünüyordu. Aşk kadar hastalığa - belki yakın, belki de ruhtaki muadili olduğu için- yakışan ihtiras yoktu. Başını Selma'nın göğsüne koydu. Ve başının orada eridiğini ve Selma'nın teninden içine sızarak ona karıştığını tahayyül etti. Selma'da kaybolmak ve Selma olmak hayalinin tadı, belki  de şimdiki yorgunluğunun ancak ölümde dinlenecek kadar fazla olmasının verdiği bir tenasüh özleyişinden başka bir şey değildi. Belki de aşk bir yorgunluktu...

Peyami Safa
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu
syf-131-132


21 Eylül 2013 Cumartesi

Anlarlar mı?



Yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklememizdir. İnsanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış iç güdülerinde haklıydılar gerçekten: O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü.



Rainer Maria Rilke 

Malte Laurids Brigge'nin Notları
syf-146

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Şair, Bir Şiir (2)



ORANDA
                                      
Yüzümde hüzünden gölgeler varsa,
O hüzün yüzündendir olsa olsa.
Bilmiyorum, bu yaşamın çoğu yaşanmamışsa,
Yaşanmadığı okunur, şimdi, daldımsa.
Özledikçe yalnız durup-susup baktımsa,
Sorulacakken nedeni nasıl sormadımsa.
Geldiğini umudumda umudla umdumsa,
Geleceğini görüyor-biliyordum, anlattımsa.
O geçip gitti ora'sına, ben görmedim, baktıysa.
Derim ki şimdi, bir daha gelse de, sorsa.
Sözümle, yüzümle, gözümle dedim, duysa.
Bense buramda onu bekledim oysa.
Yüzümde hüzünden gölgeler kaldıysa,
İçimde örülen duvardan düşmüştür, çatladıysa.


Özdemir Asaf

10 Eylül 2013 Salı

Ama ben söylemek istediğimin bu olduğunu bilmiyordum ki!

                                                       MEKTUP

     Bir yabancı yanına yaklaştığında Enrique Buenaventura, Cali'de bir meyhanede rom içiyordu. Adam kendini tanıttı, duvarcılık yapıyordu, cüretimi maruz görün, rahatsızlık verdiğim için özür dilerim.
-Benim için bir mektup yazmanıza ihtiyacım var. Bir aşk mektubu.
-Ben mi?
-Bana sizin yapabileceğinizi söylediler.
Enrique bir uzman değildi, ama göğsü kabardı:
Yazabildiğimi biliyorum. Ama böyle bir mektup... Emin değilim.
-Peki bu mektup kime?
-Mmm...  ona.
-Peki ona ne söylemek istiyorsunuz?
-Bilsem sizden istemezdim.
Enrique kafasını kaşıdı.
Eseri o gece ellerindeydi.
Ertesi gün duvarcı mektubu okudu:
-İşte bu, dedi ve gözleri parladı, buydu işte. Ama ben söylemek istediğimin bu olduğunu bilmiyordum ki.


Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf : 128



"Sesim Ağrıyor"



                                     
                                                     Kelime Hırsızları
    Zamanımızın sözlüğüne göre, artık hisseler kıssadan değil, borsadan alınıyor ve en iyileri, borsada en çok kazananlar; borsa da değer krizlerinin gerçekleştiği sahne.
    Pazar artık birilerinin  meyve ya da sebze sattığı  o karmaşık yer değil. Şimdi pazar, sonsuz olduğunu söyleyen, bizi gözetleyip cezalandıran, yüzü olmayan, korku salan bir efendi.Yorumcuları haber veriyor:Pazar tedirgin ve uyarıyorlar: Pazarı öfkelendirmemek lazım.
    Uluslararası toplum büyük bankerlerin ve savaş şeflerinin adı. Onların yardım planları kendi  boğdukları ülkelere kurşun geçirmez yelekler satıyor, barış görevlileriyse ölüleri barıştırıyor.
    Birleşik Devletler'de Saldırı Bakanlığı'naSavunma Bakanlığı deniyor ve dünyaya yağdırılan füze yağmurlarına insani amaçlı bombardıman diyorlar.
    Bir duvarda birinin herkese yazdığını okuyorum: "Sesim Ağrıyor."



Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf : 254

8 Eylül 2013 Pazar

Edebiyat; Dünyanın En İhtiyar Adamı








Yazdı, balıkların yüzeye çıkma vaktiydi, Don Francisco Barriosnuevo sayısız yazdan beri oradaydı.
- Yılları yutuyor sanki, dedi komşu kadın, kaplumbağalardan bile yaşlıdır o.Komşu kadın bıçakla bir balığın pullarını kazıyordu; kara sinekler masanın üstünde ayaklarını birbirine sürtüyorlardı ve Don Francisco guayaba suyu içiyordu. Gustavo Tatis uzaklardan gelmişti ve Don Francisco'nun kulağına sorular soruyordu.
Dünya sessiz, hava sessizdi. Majagual Köyü'nde bataklıkların ortasında bir kır evi; geri kalan herkes siesta yapıyordu.Gustavo ona ilk aşkını sordu. Soruyu pek çok kez tekrar etmesi gerekti, ilk aşk, ilk aşk, İLK AŞK.İhtiyar elinin ayasıyla kulağını çevreleyip bağırıyordu:
- Nasıl? Nasıl dedin?
 Ve sonunda:

- Ah, evet.
Sallanan sandalyesinde salınarak kaşlarını çattı, gözlerini kapadı:
- İlk aşkım...
Gustavo bekledi.Belleği yolculuk ederken bekledi; bellek, işi bitmiş gemi, tökezliyordu, batıyor çıkıyordu. Bir yüzyıldan uzun sürecek bir deniz yolculuğuydu bu ve belleğin sularında çok fazla sis vardı. Don Francisco ilk seferini aramaya çıkmıştı, binlerce kırışıklıkla dolu boğum boğum yüzü kasılmıştı. Gustavo öbür tarafa baktı ve bekledi.
Sonunda Don Francisco neredeyse gizlice mırıldandı: İsabel.
Ve kamıştan bastonunu toprağa sapladı, bastonuna yaslanıp koltuğundan kalktı, bir horoz gibi doğruldu ve uludu:

- İsabeeeeeeeel!



Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf-30

7 Eylül 2013 Cumartesi

Klinik tarih






Uzaktan da olsa, onu her gördüğünde çarpıntı geldiğini söyledi.
Kaçamak da olsa, kendisine her baktığında tükürük bezlerinin kuruduğunu açıkladı.
Selamına karşılık vermek için bile olsa, kendisiyle her konuştuğunda ter bezlerinde aşırı salgılanma olduğunu kabul etti.
Yanlışlıkla da olsa, adamın ona her dokunuşunda, kan basıncındaki büyük artıştan müstarip olduğunu teslim etti.
Onun yüzünden başının döndüğünü, görüşünün bulanıklaştığını, dizlerinin titrediğini itiraf etti. Gündüzleri saçmalayıp durmayı bırakamdığını, geceleri uyuyamadığını....
- Çok uzun zaman oldu doktor, dedi, bir daha hiç böyle bir şey hissetmedim.
Doktor kaşlarını kaldırdı:
-Bir daha hiç böyle hissetmediniz mi?
Ve teşhisi koydu:
-Durumunuz ağır.




Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları
syf-15

3 Eylül 2013 Salı

Tagore'un duası






Zihnin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu yerde;
Bilginin özgür olduğu yerde;
Dünyanın daracık iç duvarlarla kısım kısım ayrılmadığı yerde;
Sözcüklerin hakikatin derinliğinden doğduğu yerde;
Yorulmak bilmeyen çabanın kollarını yetkinliğe doğru uzattığı yerde;
Aklın berrak akışının, ölü alışkanlıkların yavan kum çöllerine doğru yolunu şaşırmadığı yerde;

Ve zihnin senin tarafından, sürekli genişleyen düşünce ve eyleme doğru yönlendirildiği yerde;
-İşte o özgürlük cennetine, Tanrım, sen benim ülkemi uyandır.

Senden duam budur, sahibim - vur, vur kalbimdeki çoraklığın köküne!
Güç ver bana, sevinçlerime ve hüzünlerime kolaylıkla katlanayım.
Güç ver bana, ibadette semereli olsun sevgim.
Güç ver bana, kibirli kudretin önünde diz çökmeyeyim veya düşkünü asla reddetmeyeyim.
Güç ver bana, fikrimi günlük hayhuyun üzerinde tutayım.
Ve bana güç ver - tüm gücümü senin iradene aşkla bırakayım.



Rabindranath Tagore
Gitanjali
syf- 51/52

2 Eylül 2013 Pazartesi

Türkçe ibadet! Amaç "Herkes Kur'an'ı anlasın" mı?

   




     Dinen asrileşmek tabiriyle aslında dinen protestanlaşmak kastedilmektedir. Çünkü  ibadetleri Türkçeleştirme  ve/veya anadilini mabedlere sokma projesinin bizatihi kendisi, - muhtelif  vesilelerle açıkça dile getirildiği üzere-  Batı'daki reformasyon çabalarının kötü bir taklidinden ibarettir.Martin Luther İncil'i Almanca'ya çevirmiş, ibadetlerin Almanca yapılmasını sağlamış, ruhban sınıfının imtiyazını kaldırmış ve kiliseleri modernleştirmişti; böylelikle Alman dili ve edebiyatı güçlenmiş, ruhban sınıfına rakip olarak çıkan aydın sınıfı halkı yönlendirmeye başlamış, neticede modern bir Alman ulusu meydana gelmişti. Şayet Kur'an Türkçe'ye çevrilir, hutbeler Türkçe verilir, namazlar Türkçe kılınırsa ve bununla yetinilmeyip protestan kiliseleri örneği izlenmek suretiyle camiler modernleştirilirse, dinin millileşmesi mümkün olabilecek, Batı normlarına uygun çağdaş bir Türk Dini vücuda getirilebilecekti.
     
        Bu bakımdan dinin anlaşılması, dini metinlerin halkın anlayabileceği bir lisanla yazılması, milli dilde ibadet edilmesi gibi parlak sözlerin ardında saklı duran en temel saik, dinin  yeni yorumlara müsait hale getirilmesi ve geleneksel dini  tasavvurâtın tasfiye edilmek istenmesiydi. "Herkes Kur'an'ı anlasın ve ibadetlerini anlayabileceği şekilde ifa etsin" demek, bir adım sonra "Herkes Kur'an'ı anlayabilir" demeyi mümkün kılacak ve tabii ki bu durumda da "Herkes Kur'an'ı dilediği gibi anlayabilir" iddiasında bulunmak kolaylaşacaktı. Nitekim bugünkü gelişmeler nazar-ı itibara alındığında gelinen nokta şudur: Kur'an çevirileri yoluyla herkes Kur'an'ı  anladığını düşünmekte ve anlayabildiğine inanan  herkes de Kur'an'ı dilediği  gibi yorumlama hakkını pekala kendisinde görebilmektedir.


Dücane Cündioğlu
Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e din ve siyaset
syf-100

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Gogol'un izinde: Kitaplar böyle bir paragrafla karşılaşmak için okunmaz mı?









       Kendisinin bir kahraman olmadığı, erdemli ve mükemmel bir insan olmadığı belli. Peki, neyin nesi? Bir alçak mı? Alçak? İyi ama ille de böyle sert mi olmalı insanlara karşı yargılarımız? Hem bilinmiyor mu ki bizde artık alçaklar falan yok, yalnızca iyi niyetli, sevimli insanlar var; herkesin içinde aşağılanan, yüzlerine tükürülen insanlar bile iki üçten fazla değildir, ki şimdi artık onlar bile erdemden söz eder oldular. Galiba en doğrusu ona "efendi" ya da "sahip" demek.Çünkü bütün suç sahiplenmede.Temiz bulunmayan işler hep sahip olma arzusundan kaynaklanıyor.Öte yandan böyle bir kişiliğin itici bir yanının olduğu da doğru. Hayatın içinde böyle biriyle karşılaşan okur, onunla tuz ekmek paylaşır, hatta hoşça zaman bile geçirir; ama aynı tip, bir romanın kahramanı olarak bir kitapta karşısına çıktığında ona yan gözle ve kuşkuyla bakar. Aklı başında bir insan kimseden nefret etmez, bunun yerine karşısındakini dikkatle inceler, tüm varlığını derinlemesine kavramaya çalışır. İnsanda her şey öyle büyük bir hızla değişir, dönüşür ki ne olduğunu anlamadan bir bakar, karşı konulmaz biçimde bütün yaşam özsuyunu emen bir kurt büyüyüvermiş içinde. Ve pek çok kez yalnızca büyük tutkular değil, değersiz, önemsiz şeylere karşı duyulan istekler bile, büyük utkular için doğmuş bir insanda büyüyüp dal budak salarak ona en yüce ,en kutsal yükümlülüklerini unutturacak bir güce ulaşabilir. Denizde kum, insanoğlunda tutku! Üstelik hiçbiri birbirine benzemez! İyisi kötüsü, sıradanı soylusu, başlangıçta hepsi insana boyun eğer gibidir, ama sonra zorbaca ona boyun eğdirir, onun hâkimi olurlar.Bunca tutkudan kendine en iyilerini seçebilmiş olanlara ne mutlu! Esenliği, gönenci her an daha da büyüyen ve ruhlarının engin cennetinin derinliklerinde yaşayan insanlardır bunlar. Ama öyle tutkular vardır ki insan onları kendisi seçmez. Doğarken onlarla doğar ve onlardan kurtulma gücüne sahip değildir. Üstün birtakım güçlerin yönettiği bu tutkular ölene dek insana rahat yüzü göstermez. İster karanlıklara bürünmüş olarak , isterse dünyaya sevinçler getiren  göz kamaştırıcı bir ışık şeklinde görünsünler, her iki durumda da insanın mahiyetini bilemediği esenlikli bir yaşam alanı gerçekleştirmek için vardırlar.



Nikolay Vasilyeviç Gogol
Ölü Canlar
 syf -295-296

29 Ağustos 2013 Perşembe

Mükemmelin izinde: Bir Şair, Bir Şiir; Edip CANSEVER : Gelmiş Bulundum



Ben mişim -neymiş?- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Fotoğraflar: Dünyanın En Hüzünlü Gözleri ve Bombanın Babası







New jersey, Princeton, Mayıs 1947.
Fotoğrafçı Philippe Halsman ona sorar;
- Siz barışın sağlanacağına inanıyor musunuz?
Ve makinenin deklanşöründen klik sesi geldiği sırada Albert Einstein şöyle der ya da mırıldanır:
-Hayır
Birçok insan Einstein'ın Nobel ödülünü Görelilik Kuramı'yla aldığını, o meşhur cümleyi, "her şey görelidir," söylediğini ve atom bombasının mucidi olduğunu sanır.
   
    Oysaki gerçek, Nobel'in ona Görelilik Kuramı nedeniyle verilmediği ve o cümleyi hiçbir zaman söylemediğidir. O keşfettiklerini hiç keşfetmemiş olsaydı, Hiroşima ve Nagazaki gibi şeylerin yaşanması  belki mümkün olmazdı ama netice itibarıyla bombayı icat eden o değildir.
    Ve o çok iyi biliyordu ki, yaşamı güzelleştirmek için doğmuş olan buluşları o yaşamı yok etmekte kullanılmıştı.


 Robert  Oppenheimer


İlk atom bombası New Mexico Çölü'nde denendi. Gökyüzü alev aldı ve deneyleri yönetmiş olan Robert Oppenheimer iyi bir iş başarmış olmaktan ötürü gurur duydu.
    Ama Hiroşima ve Nagazaki'deki patlamalardan üç ay sonra Başkan Truman'a şöyle dedi.
-Ellerimin kana bulandığını hissediyorum.
Bunun üzerine Truman, Dışişleri Bakanı'na şöyle dedi:
-Bu orospu çocuğunu bir daha ofisimde görmek istemiyorum.

   Harry S. Truman





Eduardo Galeano - Aynalar


27 Ağustos 2013 Salı

Franz Kafka! Anlatılamayanı Anlatan Adam




Bir kız sevmiştim  o da beni sevmişti ama ondan ayrılmak zorundaydım.

Neden?

Bilmiyorum. Etrafına silahlı adamlar toplanmış gibiydi, sanki ellerindeki kargıları bana doğru uzatmışlardı. Yanına yaklaşmaya niyetlendiğim anda kargıların uçlarına çarpıyor, her yanımı yaralıyor, hemen geri çekilmek zorunda kalıyordum. Neler çektim neler. Kızın bunda suçu yok muydu?
Sanmam, hatta olmadığına eminim. Yukarıda yaptığım benzetmede eksik bir yer var, onu tamamlayayım; Benim etrafıma da silahlı adamlar toplanmıştı ama kargılarını içe, yani bana doğru çevirerek tutuyorlardı. Kıza yaklaşmaya çalıştığım anda kendi adamlarımın kargıları bana engel oluyor, kargıları aşıp geçemiyordum bir türlü. Belki kızın etrafındaki adamlara dek ilerleyememiş bile olabilirim. Oraya dek ilerlesem de, bunu ancak kendi etrafımdaki adamların kargılarından dolayı kan içinde kalarak ve aklım başımdan giderek yapabilmişimdir.

Pekiyi, kız tek başına  mı kaldı?

Hayır, hemen bir başkası yanaştı kıza, üstelik pek kolayca, hiç zorlanmadan. Ben verdiğim uğraştan dolayı yorgundum, olup bitenlere çaresiz seyirci kaldım, neredeyse sadece havadan ibarettim ve bu hava içinde onların yavaşça yaklaşan yüzlerinin ilk öpücükle birleştiğini görebildim.


Franz Kafka - Kovalı Süvari

25 Ağustos 2013 Pazar

Karamsar mı? Gerçekçi mi? Arthur Schopenhauer ve Kirpileri

   
   
                               
   Soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak için hep birlikte ısınmak üzere bir araya toplanır. Ama kısa süre sonra oklarının birbirleri üzerindeki etkilerini görüp yeniden ayrılırlar. Isınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iyi kötü arasında gidip gelirler, ta ki birbirlerine katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar. Bunun gibi insanların hayatlarının boşluğundan ve tekdüzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir, ama nahoş ve tiksinti verici özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır.  Fakat iç ısısı yeterince fazla olanlar sıkıntı ve kızgınlık yaratmamak veya hissetmemek için toplumdan kaçacaktır.
Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer: Birileri büyük aşklar nefretle başlar mı demişti?



  Yani iki kişi arasında mizaç, kişilik, düşünme tarzı ve zihni yeterlilik bakımından uygunluğun bulunmadığı, bilakis bunlardan ötürü birbirlerine karşı bir tiksintinin, hatta düşmanlığın bahis konusu olduğu durumda, bir aşkın doğması da pekala mümkündür. Böyle bir aşk, onları her şeye karşı körleştirir ve eğer bir evlilikle neticelenirse bu ziyadesiyle mutsuz bir evlilik olur.

Aşkın Metafiziği - Arthur Schopenhauer

Eduardo GALEANO :Teknolojik Devrimin Kısa Hikayesi




Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar.
Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler.
Şimdi biz onlar için çalışıyoruz.
Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar.
Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar.
Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hale getiriyorlar.
Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar.
İletişim kurmak için icat ettiğimiz önde büyük iletişim araçları,
ne bizi dinliyor ne de bizi görüyorlar.
Biz makinelerimizin makineleriyiz.
Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar.
 Ve bunda haklılar.


Eduardo Galeano -Aynalar

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Necip Fazıl Kısakürek, Anwari Soheili ve Hiçlik

   
      Bize 10 dakika sonra öleceğimizi söyleseler ne yaparız? Dünya ile en küçük alâkamız kalabilir mi? Susuzluktan dilimiz kurumuş olsa böyle bir ihtiyacı düşünebilir miyiz? Dünya o anda bütün nimetleriyle başımıza yağsa dönüp bakabilir miyiz?
 Peki; 10 dakika yerine 10 veya 100 yıl olmuş, farkı ne? Hiç’in milyon veya milyara darbı, hiç’i büyütmeye çalışmaktan başka neye yarar?
Necip Fazıl Kısakürek - Mümin -Kafir
Bir dünya malı elinden gittiyse,
Üzülme buna, hiçtir o;
Ve bir dünya malı geçtiyse eline,
Sevinme buna, hiçtir o.
Önünden geçer acılar ve zevkler
 Geç dünyanın önünden, hiçtir o.


Anwari Soheili


Dostoyevski'den Evlilik tavsiyesi alır mıydınız?




     Birde şu var, karı koca arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç kimse! Geçinemedikleri zaman öz annelerini bile karıştırmamalılar aralarına. Kimseden hakemlik etmesini istememeliler. Her sorunu kendilerini hakem kabul ederek çözümlemelidirler. Aşkın kutsal bir giz olduğu bilinmelidir. Eşler arasında geçenler tüm yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını ve gizemini bir kat daha artırır. Zevkini de çoğaltır. Birbirlerini daha çok sayarlar. Saygı ise evlilikte birçok şeyin temelidir.

Dostoyevski - Yeraltından Notlar

Büyüklüğü Ressamlığında Değil Kendisinde: Vincent Van Gogh

 
 
 
Yaşam cici çocuk masallarındaki ya da orta halli papazların bildik vaazlarındaki kadar basit ve karmaşıklıktan uzak olsaydı, başarıya ulaşmak pek kolay olurdu. Oysa gerçeklik bambaşka, her şey sonsuz derecede karmaşık ve doğa da siyah ile beyaz nasıl kesinlikle birbirinden ayrı değilse, yaşamda da doğru ile yanlış kolayca seçilebilecek gibi uzak değil birbirinden. Kapkara siyahın içine düşmemeli insan, bilinçli kötülük demek çünkü bu..Aynı şekilde, yeni badanalanmış bir duvarın bembeyazından da kaçınmak gerek, çünkü bu da iki yüzlülük ve sonsuz kendini beğenmişlik demek. Aklın yolunu, özellikle de vicdan yolunu - aklın en yüksek, en yüce aşaması olan vicdanın yolunu - cesaretle izlemeye çalışan, dürüst olmak için elinden geleni yapan kişi, sanırım hiçbir zaman yolunu toptan şaşıramaz - bir sürü yanılgıya düşecek, engellerle karşılaşacak, kusursuzluğa erişemeyecek olsa da...
Tanrı Tanrı her şeyden yücedir denizleri o yaratmıştır, yeryüzünü ve gökyüzünü, yıldızları ve güneşi ve aydedeyi o yaratmıştır.O her şeyi yapabilir her şeyi, her şeyi Hayır. Her şeye kadir değildir, yapamayacağı bir şey var. Her şeye kadir olanın yapamayacağı şey ne?
Her şeye kadir olan Tanrı bir günahkarı terkedemez..

Seçkinliğe pek meraklı olan kimi kişiler, gerçekten seçkin olanı her zaman ayırdedebilirler mi dersin? Hey tanrım, çoğu kez göklerde ya da yerin dibinde ararlar da, yanı başlarında olanı görmezler; ben bile ara sıra yapmışımdır bu yanlışı.
İçimizden geçen düşünceler dışardan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı -belki de hep orada kalmak üzere- saati beklemeli. Tanrı'ya inanan kişi, önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.
Gerçekten sevilmeye değer şeyleri sadakatle sevmeyi sürdürebilirse kişi, sevgisini anlamsız, değersiz, önemsiz şeylere ziyan etmezse, zamanla daha çok ışığa kavuşacak, güçlenecektir.
Herhangi bir kadın, hangi yaşta olursa olsun, sevdiği ve iyi yürekli olduğu takdirde, erkeğe bir anın sonsuzluğunu değil ama, sonsuzluktan bir an verebilir.
 

 Vincent Van Gogh - Theo'ya Mektuplar