30 Ekim 2013 Çarşamba

Tolstoy'dan Anılar



"Sevebiliyorsun, ama seçmeye gelince- hayır hayır, yapamıyorsun, havadan  sudan şeyler uğruna tüketeceksin kendini."
"Peki herkes böyle midir?"
"Herkes mi?" dedi Lev Nikolayeviç.
"Hayır, herkes değil."
Sonra birden, bana bir tokat indirircesine sordu:
"Neden Tanrı'ya inanmıyorsun?"
"İnancım yok benim Lev Nikolayeviç."
Gerçek değil. Doğuştan inanan bir kişisin sen. Tanrı'sız edemezsin. Bir gün kendin de anlayacaksın bunu. İnançsızlığın, kırgınlığından doğan dik başlılığının sonucu. Birtakım kimseler de utandıkları için inanmazlar; gençlerde görülüyor bu; sözgelişi bir kadına tapıyorlar, ama anlamaz korkusuyla ya da göze alamadıkları için, göstermekten kaçınıyorlar bu sevgiyi. İnanç da sevgi gibi, biraz yiğitlik, biraz gözü peklik ister. İnsan kendi kendine 'inanıyorum' derse olur biter; o zaman her şey gönlünüzce görünür, açıklanır, sizi kendine çeker. Nitekim çok seviyorsun; inanç da daha büyük bir sevgidir ancak: daha da çok sevmelisin, o zaman sevgin inanca dönüşür. İnsan bir kadını severse, o kadın doğrudan doğruya yeryüzünün en iyi kadını olur. Herkes en iyi kadını sever, bu inançtır işte. İnancı olmayan kişi sevemez: Bugün bir kadını sever, önümüzdeki yıl bir başkasını. Böyle adamlar, ruhça kısır bir yaşamı sürdüren serserilerdir- iyi bir şey değil bu. Ama sen inanan biri olarak doğmuşsun, tersine gitmen boşuna. Güzellik diyeceksin belki şimdi. Peki nedir güzellik? En yüce, en yetkin olan Tanrı'nın kendisi değil mi?



 Maksim Gorki

Tolstoy'dan Anılar
Syf-80-81

26 Ekim 2013 Cumartesi

Bir şair, bir şiir (3)



Eski Kırık Bardaklar

 İşte bu ellerimle yalnızım işte bu inanmazsan bak
Bu saçlarımla bu iyi giyimlerimle paralarımla
Sen varsın ya sen çoğu kez yetmiyorsun
Uzakta mısın sen misin söylemiyorsun
Bakışın mı eksik dudakların mı anlamıyorum
O adamlar geliyor aklıma karanlık iri yarı
O gemiler ipleri yelkenleri dümenleri dökük
Unuttuğum kırlangıç kuşları kırık bardaklar
Bir ahşap evde taşlıkta yaz günleri bilmesem
Bir testiden soğuk soğuk sular sızdığını bilmesem
Güç dayanırım

Bu durum tek başıma beni suçlandırıyor
İşte gör sabah akşam başucumdayım

Bakın bu ikide birde bozulan güneş
Bu durup dururken sokan yılan
Bu kırık bardaklar çöplüklerde
Aşkın şiirin ölümün en kolayına gitmek
Caddeleri sevmediğim kadınlarda yitirdiğim
Biliyorum sebebini bir bir biliyorum
Öyle kolay kendisi söylemesi kurtulması öyle kolay
Kolaylığından sıkılıyorum
Kurtulmak elimden gelmiyor

Turgut Uyar

23 Ekim 2013 Çarşamba

Eduardo Galeano: Kelimelere yürümeyi öğreten adam!



                                                 
Onlar Dinlemesini Bildiler

Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya'da doğdular ve yaşadılar.1973 yılında, bu ünlü profesörler Meksika'ya gittiler ve Maya dünyasına, bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip şöyle dediler: Öğrenmeye geldik. Yerliler sustu. Kısa bir süre sonra, içlerinden biri sessizliğin sebebini açıkladı: Biri bize bunu ilk kez söylüyor.
Ve Gudrun'la Karl yıllarca orada kalıp öğrendiler. Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını öğrendiler, çünkü ben beni içen suyu içiyorum ve ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum;
ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler:
Ben diğer bir senim.
Sen diğer bir bensin.


Eduardo Galeano
Ve Günler Yürümeye Başladı
Syf-93

19 Ekim 2013 Cumartesi

Avludan balkona çıkan dindarlık

   



Sonradan-görmeliğin tezahürü pornografiktir, yani güya bir zuhur vardır ortada ama o zuhurun özü yoktur. Çünkü sonradan-görmelik, her defasında kendini teşhir aracılığıyla ifade eder, etmek zorundadır. Bu ifade ihtiyacı nedeniyle sonradan-görmeler, geç görmenin acısını gösterişle bastırmaya çalışırlar. Çaresizdirler; zira kendilerini her defasında, bakın bende neler var, demekten alıkoyamazlar. Zavallıların asıl varlık sebebi teşhir ve gösteriştir. Böyleleri gösterdikçe varolurlar. Gösteremezlerse, gösterilecek kadar değerli şeylerinin olduğunu nasıl hissedeceklerdir? Başkalarının gözlerinden onay almazlarsa, alamazlarsa, bir ömür boyu peşinden koştukları o incik boncukların yüksek değerine kendilerini, son bir kez daha, nasıl ikna edeceklerdir? Sonradan-görme, varlığını, varlıklarını göstermedikçe, göremez. Hemen işaret edelim sonradan-görmeliğin lux tutkusunun temelinde de işbu teşhir düşkünlüğü vardır. Lux kullanımı, teşhirin en etkin, en bilindik yoludur, gösterişin ve şa'şaanın, parıltının ve ışıltının.
   Dindarlık ve asalet, özü itibariyle, luxten hoşlanmaz. Yemede, içmede, giyim kuşamda teşhir ve gösterişi bir zayıflık olarak addeder; doymamış, tatmin olmamış nefislerin zayıflığı ve zavallılığı olarak.Sonradan-görmeliğin tezahürleri de zaten doymamışlıktan, işbu ezelî açlıktan kaynaklanmaz mı?Dindarlık, bedenin doyumsuz arzularının (şehvet ve iştihanın) peşinden koşmayı düşkünlük, bu arzuları kontrol altında tutmayı da olgunluk olarak tanımlar. [Dindarlık yerine asalet kelimesini seçecek olsaydım, düşkünlük yerine görgüsüzlük, olgunluk yerine görgü kelimelerin kullanabilirdim.]Dindarlık bu açıdan masrafa değil, israfa karşıydı. Lux ve gösterişe, teşhir ve pornografiye, bakış israfına. İslâm mimarisinde balkon yoktu, avlu vardı. Medeniyetimizin temel taşlarından biri de mahremiyetti çünkü. Haram, hürmet mahrem.
Bakışın kendisine riayet etmesi gereken sınırlar vardı. Bakışla rahatsız etmek de yasaktı, bakışları rahatsız etmek de.Avlunun içini yasak bakışlarla taciz de haramdı, balkona çıkıp gözleri taciz de.
Dindarlık lux ve israfı yoksul gözlere, yoksulların gözlerine tecavüz olarak tanımladığı için, iştah ve şehvetin her hâlukârda tecessüm etmesinden (bedenlenmesinden) rahatsız olmak zorundadır. Öyle ki zenginliğin değil sadece, yoksulluğun bile aşikâr kılınmasına razı değildir.
Dindarlar, şimdilerde, sanki matah bir şeymiş gibi, burjuva sınıfını asıl kendilerinin teşkil ettiklerini iddia etmeye başladılar. Ne komik! Hangi sıfatı üstlendiklerini bile bilmiyorlar. Sanıyorlar ki burjuvazi, ki bizde burjuva vardır ama burjuvazi yoktur, zenginler kulübü gibi bir şey. Kart çıkaranların girebileceği bir club. İçine atlanabilecek özel bir havuz.Oysa burjuva terimine iki sınıfa göre anlam verilebilir: İlki, aristokrasi'ye (yukarıya) göre, iki, işçi sınıfına (aşağıya) göre.
Aristokrasiye göre, burjuva, sonradan-görmeydi, çalışarak, üreterek, alıp satarak kazanılan servetin sahibiydi. En nihayet soysuzdu. Asaleti yoktu. İşçi sınıfına göreyse, burjuva, ki artık aristokratın yerini almıştı, bu sefer yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya olumsuzlanıyordu. Zengin hödüklerin bir diğer adıydı burjuva. Nitekim marksistler, aristokrasiye göre burjuvaziyi ilerici, proleteryaya göre gerici sınıf olarak tanımlıyorlardı.
      Kısaca, cebi para gören dindarlarımızın dahil olmak istedikleri burjuvazinin gerçek anlamı, en azından gündelik dilin sınırları içinde, itibardan başka bir şey değil.Dindarlar devlet ve toplum nezdinde itibar görmek istiyorlar, adam idadına konulmayı arzu ediyorlar. Bu bağlamda, jet-ski'ye binen Cübbeli Ahmet fotoğraflarındaki görüntü ile başı örtülü Ayşe Arman fotoğraflarındaki görüntü, birbirlerini nasıl da tamamlıyor. Aynı insan malzemesi, aynı dokuma, aynı kumaş. İlki, dindarlığın zorla burjuva yaşamının üzerine çökme hırsını resmediyor, ikincisi seküler şımarıklığın, bedeni örterken bile ruhun mahremiyetini tekmeleme ihtirasını. Cübbeli'ninki dişil, Arman'ınki eril.
Bu konuyu kapatmadan Alman iktisatçı Sombart'a kulak verelim:
"Her türlü kişisel lüks, öncelikle salt nefse dayalı bir haz duygusundan kaynaklanır: görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularını uyaran şey, her türden kullanım eşyası üzerinde günbegün daha da mükemmel bir tarzda nesneleştirilir. İşte bu kullanım eşyaları da lüksün seyrini belirler."
Kapitalist dünyanın değerleriyle yeni tanıştıklarını zanneden dindarlarımız, bu sese iyi kulak vermeliler; zira sonu doğrudan onları ilgilendiriyor:

"Uyarıcı araçların incelmesi ve çoğalması karşısında duyulan istek, eni sonu bizim cinsel yaşamımızda bulacaktır nedenini: zevk düşkünlüğü ve erotizm, eni sonu bir ve aynı şeydir. Öyle ki çoğu durumda, şu veya bu biçimde lüks gelişiminin teşvik edilmesi, doğal olarak, etkisini bilinçli ya da bilinçsizce sürdüren bir aşk duygusuna gelip dayanmak zorundadır."

Kısaca Sombart, kapitalizmi ortaya çıkaran luxün, haklı olarak, gayr-ı meşru aşkın çocuğu olduğunu söylüyor. Yani kontrolü kaybetmiş cinselliğin. Bir tür negatif dindarlığın.
Zenginleşmiş dindarların, artık kendi öykülerini anlamlandıracak bir de filmleri var. Stanley Kubrick'in çektiği Eyes Wide Shut(1999).
Önce seyredilmeli, sonra tartışılmalı. Sınırları ihlâl etmenin maliyeti. Avludan balkona çıkmanın bedeli.


Dücane Cündioğlu
Mimarlık ve Felsefe
Syf.- 94-95-96

16 Ekim 2013 Çarşamba

Okyanusun derin sularında yüzen kelimeler



Raskolnikov uzaklaşırken düşünüyordu: "Nerede okumuştum?..Ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor ya da düşünüyordu: 'Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamak isterdim! Yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! Nasıl olursa olsun, yaşasam!...' Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu! Ne alçak bir yaratık şu insanoğlu!

Fyodor Dostoyevski 
Suç ve Ceza



                                                                                                                   

Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracıkta, nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Marie'nin gövdesini kavrayıp sıkmak için cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da, kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim.Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık, "İnsan eninde sonunda her şeye alışır,"der dururdu.

Albert Camus
Yabancı

13 Ekim 2013 Pazar

KAFKA : EĞER KATİL DEĞİLSENİZ, BENİ ÖLDÜRÜN.






Dünyanın ilk can pazarını haber veren davulların sesi giderek yaklaşırken, Franz Kafka Metamorfoz(Dönüşüm) adlı romanını yazdı.Ve kısa bir süre sonra, başlayan savaşla birlikte Dava doğdu. Bunlar iki kolektif kabustur: Bir adam kocaman bir bokböceğine dönüşmüş olarak doğar ve en sonunda bir süpürgeyle süpürülene kadar bunun nedenini anlayamaz; ve tutuklanan, suçlanan, yargılanan ve mahkum edilen başka bir adam en sonunda cellatlar tarafından hançerlenene kadar bütün bunların nedenini anlayamaz. Bir biçimde bu hikayeler, bu eserler savaş makinesinin tıkır tıkır işleyişinin haberini veren gazete sayfalarında her gün devam ediyorlardı. Ateşli gözlerin hayaleti, bedensiz bir gölge olan yazar ıstırabın en son sınırından yazıyordu. Çok az şey yayınladı, neredeyse hiç kimse onu okumadı. Yaşadığı gibi sessizce gitti.Acı içinde can çekişirken sadece doktordan bir şey istemek için konuştu: EĞER KATİL DEĞİLSENİZ, BENİ ÖLDÜRÜN.

Eduardo Galeano
Aynalar

3 Ekim 2013 Perşembe

Belki de aşk bir yorgunluktu






...Birdenbire gururu silkindi.İçinin bir köşesinde, babasının bir gözü onun bütün ruh hallerini seyrediyordu.Gerçekten seyretseydi, ona belki "deli ol, âşık olma" diyecekti." Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamağa devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok." Ferit için de, şimdi, aşkı aptallığa benzeten şeylerden biri, bütün şahsiyetin yutuluşu ve sevgilinin hayali içinde, zevksiz bir santimantalizme  doğru yuvarlanışıdır.Fakat bu hayal, işte Selma'nın gözleri, tuhaf şey, tıpkı deminki gibi, donuk ve canlı, hep öyle misin? Bu sualde bir "değiş" emri gizli. Benim kendisine doğru hamlemden o anımın bütün zaafını sezen bir mahlukun bu fırsattan, benim iç istihalelerimin kumandanı olmaya kadar gidecek derecede faydalanmaya kalkması vakıasını nasıl görmüyorum? Şimdi nasıl yakaladım! Ruhumun inkılâpçısı olmak sevdasına düştü. Ve ben, yok olmaya hazır bütün şahsiyetimle onun gözlerinde erimeyi benzersiz bir haz gibi duyacak kadar kendimden geçtim. Ona bu sualinin hesabını soracağım yerde, gözlerindeki ebediliğin kasidesini ona, müstebitin kendisine okumak arzusuna düştüm. Babam daima haklıdır. Peşimden gelen köpeğin mevcut olmadığını söylediği zaman da, bu dünyada istihzamızdan kurtulmaya lâyık hiçbir şey olmadığını söylediği zaman da, aşkın bir ahmaklık olduğunu söylediği zaman da haklıdır. Öyleyse şunu da söyle baba, ne yapmalıyım? Bir kahkaha atmalısın, oğlum. Bir kahkahanın halletmediği hiçbir mesele yoktur. Gözünü oyarlarken bile bir kahkaha at, acı duymazsın. Gül ve geç. Fakat gülemiyorum, baba. Sen iki kız kaybettin, bütün servetini kaybettin, şimdi neredesin, bilmiyorum. Sağsan, gülebiliyor musun? Daima, daima, Ferit, gülebiliyorum. Nilüfer'i ve seni kaybedersem de güleceğim.Yoksa ben hepinizden evvel kaybolurdum. Az mı üzdünüz ve harap ettiniz beni? Ateşin var oğlum, hastasın, kahkahadan başka ilacın yoktur, sen de gül, Ferit, oğlum, sen de gül.
Fakat Ferit ağlamak istiyordu. Elini başına koydu. Evet, ateşim var. Gözlerini yumdu. Alnında Selma'nın avucunu ve nemli saçlarının arasında onun parmaklarını düşünüyordu. Aşk kadar hastalığa - belki yakın, belki de ruhtaki muadili olduğu için- yakışan ihtiras yoktu. Başını Selma'nın göğsüne koydu. Ve başının orada eridiğini ve Selma'nın teninden içine sızarak ona karıştığını tahayyül etti. Selma'da kaybolmak ve Selma olmak hayalinin tadı, belki  de şimdiki yorgunluğunun ancak ölümde dinlenecek kadar fazla olmasının verdiği bir tenasüh özleyişinden başka bir şey değildi. Belki de aşk bir yorgunluktu...

Peyami Safa
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu
syf-131-132