9 Eylül 2017 Cumartesi

Sallanan Eller




 
Giderken dalgaların ardından baktım sana
                                            yıllardan sonra
hiçbirşey eskimemiş
herşey yepyeni
olabilir mi?

Ne çok duygu yaşanıp geçmiş
Denizde sürüklenen iki somun ekmek
Yemyeşil bir sarmaşık, kökleri kopuk
Ne çok yol, ne az varış

Güneşin kuruttuğu, rüzgarın savurduğu
Karın soğuttuğu, onca iç çekiş
Günlerin yavaş akışla oluşturduğu
Ne az yer, ne çok geçiş

Geçmedik belki, gitmedim belki ben
Sen orada uzaktan el sallarken
Rüzgar sustu, dalgalar durdu
Ne çok gidiş, ne az ayrılış

Gelirken herşeyinle koşup gelsen bana
                                      yıllardan sonra
Hiçbirşey değişmemiş
Herşey eskisi gibi
Olabilir mi?


Oruç Aruoba
Tümceler
Syf.-52
Metis Yayınları

31 Ağustos 2017 Perşembe

Aşk Hastalığı!

   

   
      İclal gidiyor. İşte, Vedia'cığım, sevmesini bunlar biliyorlar. Susarak sevmesini. Erkek susar, kadın da. 'Beni seviyor musun?'lar yok. 'Daha az mı, daha çok mu?'lar yok. Maziden ve istikbalden şüpheler yok. Emniyet yüzde yüz. Fedakârlık bitirmiş. 'Ben seninim, sen benimsin.' O kadar. 'Sözlüyüm' diyorlar. Bitti. İki taraf da ölünceye kadar öteki için parçalanmayı göze alıyor. Sessiz. Aşk mektupları, sitemler ve tehditler yok. Mutfakta bir tıkırtı. İclal, Mustafa'sının çorbasını pişiriyor. Hep onu düşünüyor. Yirmi sene, elli sene hep onu düşünecek. Mustafa eşikte görünüyor. Sessiz. Dil dökmüyor. Dil olmayan yerde yalan olur mu? Onun bir İclâl'i var. Dünya o. Mağrur, susuyor. Vazife saati. İclal daha çorbayı pişirmedi. Ne ciddiyet!
     Sevmesini bunlar biliyorlar. Bunlar olmasa dünya ne kadar tenha ve hazin olur. Anladın mı Vedia Hanım? Günde on defa Chopin çalsan bunu onlar kadar anlayamazsın. Bizim aşklarımız tam sevgi olmadığı için, mânilere rastladığı için, taşlara çarpan su gibi kabarıyor, sıçrıyor, dağılıyor, gideceği yere rahat gidemiyor. Bütün tereddütlerimiz, şüphelerimiz, korkularımız, itimadsızlıklarımız, küçük görüşlerimiz, kendimize güvenemeyişlerimiz, iç çekişlerimiz, öfkelerimiz, isyanlarımız, hepsi, hepsi, aşkımızın tam olamamasından, yolunu bulamamasından. Bizimkisi aşk değil, aşk hastalığı; onlarınkisi aşk hastalığı değil, aşk.


Peyami Safa
Biz İnsanlar
Syf: 380-381
Alkım Yayınevi

20 Ağustos 2017 Pazar

Utanç duygusunun yitimi




     Utanç duygusu, tümüyle bireyin dikkat çekmesine dayanır. Benlik duygusu kuvvetle hissedildiğinde, toplumsal bir çevrenin dikkati birey üzerine çekildiğinde ortaya çıkar.utanç duygusu. Fakat bu durum aynı zamanda bir biçimde  uygunsuzluk hissi de doğurur. Bu nedenle çekingen ve zayıf kişilikler utanç duygularına özellikle eğilimlidir. Umumi bir ilginin odağı olduklarında, bir şekilde dikkatleri üzerlerine çektiklerinde, benlik duygularının kuvvetlenişi ile geri çekilişi arasında eza verici gel-gitler yaşarlar. Utanç duygusunun kaynağı olan bu bireysel dikkat çekicilik, utanmaya yol açan özgül içerikten bağımsız olduğu için, insan birçok durumda, iyi ve asil olmaktan da utanır. Toplumda, kelimenin dar anlamıyla  sıradanlık kabul görüyorsa bunun tek nedeni, herkes tarafından taklit edilemeyecek bireysel, benzersiz bir dışavurumla toplum içinde öne çıkmanın uygunsuz sayılması değildir: Diğer bir neden de, herkes için benzer ve eşit derecede erişilebilir form ile faaliyetin dışına çıkanların, adeta kendi kendilerine verdikleri bir ceza olan utanç duygusundan duyulan korkudur.
    Moda, kendine mahsus iç yapısından ötürü, bireye daima onaylanan bir dikkat çekicilik sunar. En sıradışı görünüm ve dışavurum tarzı bile, moda olduğu müddetçe, başka koşullar altında ilgi odağı olsa bireyin maruz kalacağı kınamalardan muaf olacaktır. Bütün kitle eylemlerini karakterize eden şey, utanç duygusunun yitimidir. Bir kitlenin unsuru olan birey, kendi başınayken teklif edildiğinde muazzam direnç göstereceği birçok şeye katılır. Kitle eylemlerinin bu niteliğini mükemmel şekilde yansıtan  en çarpıcı sosyal-psikolojik fenomenlerden biri de şudur: Bazı modalar, bir kimsenin tek başınayken hiddetle geri çevireceği utanmazlıklara, sırf modanın buyruğu oldukları için hiç itirazsız boyun eğmesini sağlar. Tıpkı kendi başlarına asla yanaşmayacakları suçları toplu halde işleyenlerin sorumluluk duygularının yok olması gibi, modada da utanç duygusu yok olur, çünkü moda bir kitle eylemidir. Bir durumun bireysel veçhesi, toplumsal ve modaya uygun veçhesine ağır bastığında, utanç duygusu derhal etkisini gösterir: Birçok kadın, toplum içinde, otuz veya yüz erkek önünde moda icabı giydiği dekolteyi, oturma odasında, tek bir yabancı erkeğin önünde sergilemekten utanacaktır...



Modern Kültürde Çatışma
Georg Simmel
Syf: 130-131-132
İletişim Yayınları

20 Temmuz 2017 Perşembe

Solgun Resmine Bakınca





gözlerin üstüme eğilince denizler taşabilir
sesinle batık gemiler çekilir kıyılarıma
yolumu yitiririm saçlarının gizli karanlığında
ruhum tutuşur sana dokunur dokunmaz
avcı mıyım ceylan mı koşarken ormanında

nasıl şaşırıyorum solgun resmine bakınca

gözlerin neden öyle telaşlı bilmiyorum
resimden kaçırılmış çocuk gibi büyük
ve öyle kederli ki usulca baktığımda
ya benim üşüyen kalbim ki görünmüyor
ya bir serçenin yüreği avuçlarımda

gözlerim yanıyor solgun resmine bakınca

bu rüzgâr sesini alıp götürebilir
hoyratça saçlarını çözer yeni aşklara
tutamam yüreğini alıp başını gider
bir bir çocuklar ölür dokunduğun geceler
üstüne eski sözler yağmur olup yağınca

çok üzülüyorum solgun resmine bakınca…


Haydar Ergülen
Aşk şiirleri Antolojisi
Syf.- 141
Kırmızıkedi Yayınevi
Foto: Frantz filminden

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Sis



- Evet, kuşkulanmak düşünmektir.
- Düşünmek de kuşkulanmaktır, kuşkulanmaktan başka şey değildir. İnsan kuşkulanmadan inanabilir, bilebilir, düşleyebilir; ne inanç, ne bilgi, ne de imgelem için kuşku gerekmez, hatta kuşku bunları yok eder, ama kuşkulanmadan düşünmek olanaksızdır. İnancı, bilgiyi ve statik, dingin, ölü olan her şeyi dinamik, tedirgin ve dipdiri düşünceye dönüştüren kuşkudur. (*)

....Orfeo! Biz insanlar, köpekler ve kediler ve atlar ve öküzler ve koyunlar ve her tür hayvan, özellikle evcil hayvanlar oldukları için mi insanız. İnsan, yaşam hayvanlığının yükünü yükleyeceği hayvanlar olmasaydı, insanlığına ulaşabilir miydi? İnsan, atı ehlileştirmemiş olsaydı, soyumuzun yarısı öteki yarısını sırtında taşımayacak mıydı? Evet, uygarlığı size borçluyuz. Ve de kadınlara. Ama belki kadın da başka bir ehlileştirilmiş hayvan değil mi? Kadınlar olmasaydı erkekler, erkek olurlar mıydı? (**)

Yalan söylemekten ve kendimizi önemsemekten başka bir şey yapmıyoruz. Söz, bütün duygularımızı ve izinlerimizi abartmak için...hatta bunlara inanmak için yaratıldı. Söz, öpücük ve kucaklama gibi, her türlü uzlaşmalı anlatım türü... Her birimiz yalnızca rolümüzü oynamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Hepimiz roman kişisiyiz, hepimiz maskeyiz, hepimiz komedyeniz! Hiç kimse söylediğinden ve açıklamasından ne acı çekiyor, ne mutlu oluyor ve belki zevk aldığını ve acı çektiğini sanıyor; aksi halde yaşamak olanaksız olurdu. Aslında öylesine dinginiz ki!...(***)

İnsan tek başına kalınca ve gözlerini geleceğe kapayınca, sonsuzluğun o korkunç uçurumu ortaya çıkıyor. Sonsuzluk gelecek değil. Biz ölünce, ölüm bize çevremizde yarım daire çizdirtiyor, o zaman geriye, geçmişe, geçip bitmiş olana doğru yürümeye başlıyoruz. Ve böylece yazgımızın yumağını çöze çöze, bize hazırladığı bir sonsuzluk asla var olmadığı için, hiç ulaşamadan hiçliğe doğru yürüyerek gidiyor, gidiyoruz. (****)



Miguel De Unamuno
Sis
Syf.- (*166), (**181), (***112-113), (****38)
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Zamane





Üst-sistemler gibi bireyler de kestirilemezliğe tahammül edemezler ve hayatlarını belirli formatlara sokarak aynılığın güvenliğini arama çabasındadırlar.Kendilerine yabancılaşma pahasına da olsa. Oysa insanın tek gerçeği o anda yaşadıkları ve bir an sonra yaşamak üzere olduklarıdır. Keşke şimdinin yaşanmakta olması, geçmiş ve onun şartlanmalarından tümüyle özgür olabilseydi! Çünkü geçmiş yeniyi anlamamızı engeller. Şimdi bağımsız bir andır ve aslında insanın tek rehberidir, ama çoğumuz buna izin vermiyoruz. Çünkü şimdinin otantik yaşantısı genellikle şartlanmalarımızla çeliştiğinden, insana ürkütücü gelir. Şimdinin zengin yaşantıları tehdit olarak algılandığından, geçmiş ya da gelecek şimdiye davet edilir. Bir şeyler sürekli düzene konmaya çabalanır, çevreden şikayet edilir ve böylece çerçöple doldurulan şimdi geçiştirilir. İktidar ve para tutkusu üzerine kurulu üst-sistemlerin tutsağı olduğumuz görmezden gelinerek, gerçek, hangi konumda ve biçimde olursa olsun otorite imgelerinde aranır. (*)

Regresyona eşlik eden bir başka olgu da birilerini yüceltme ihtiyacıdır, çoğu zaman körü körüne. Bu ihtiyacın temelinde genellikle narsistik görkem yansıtılması bulunur. Yani kişi kendisinde olduğuna inandığı ya da sahip olmayı arzu ettiği görkemi yücelttiği insanın şahsında yaşar...(**)

Dünya karmaşıklaştıkça mitolojik fanatizmin de artmakta olması anlaşılabilir bir olgu. Ülkemizde ise yaratılan mitoslara ya şuursuzca tapılıyor ya da nefrete varan duygular yansıtılıyor. Bir olgunun bize siyah ve beyaz gelen yanlarını birlikte içerebileceği duyusundan bu denli uzaklaşmamızın gerisinde, yeterince olgunlaşamamış olma ya da çocukluğun bazı dönemlerine gerilemiş olma  olgusu bulunur... (***)

Bireyler nasıl kişisel tarihlerini kabullenmedikçe huzur bulamıyorlarsa, toplumlar da ortaklaşa mutabık olabildikleri bir tarihi paylaşmadıkça kargaşadan arınamayabilirler... (****)


Bana göre hayat sınırsız bir oyunlar dizisi ve bu oyunların hepsini oynayacak zamanımız yok. Onu değerli kılan da bu.
Son bir söz.
Kendini tanımak 'dıştan içe' sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına doğru yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağına ulaşılamasa da yolculuğun kendisine değer.(*****)



Engin Geçtan
Zamane
syf.- (*14-15), (**65-66), (***67),(****99), (*****100)
Metis Yayınları

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu






    Çocukların çocuk olma hakları günden güne reddediliyor. Bu halkla alay eden olaylar öğretilerini gündelik yaşama pay ediyor. Dünya zengin çocuklara sanki paraymış gibi davranıyor ki onlar da paranın davrandığı gibi davranmaya alışsınlar. Dünya yoksul çocuklara sanki çöpmüş gibi davranıyor ki onlar da çöpe dönüşsünler. Orta sınıftakileri, ne ne zengin ne de yoksul olan çocukları, onları televizyona bağlı tutuyor ki daha vakit erkenken tutsak yaşamı kader olarak kabul etsinler. Çocuk olmayı başaran çocuklar çok şanslı, çok büyülüler. (*)


   Dilsizlerin dilini çözen işkence sayesinde pek çok tutuklu işlemediği suçlardan tutuklu; çünkü özgür bir suçludansa parmaklıklar arkasındaki bir masum tercih edilesidir. Diğerleriyse bazı generallerin kahramanlıkları yanında çocuk oyunu kalan cinayetlerini ya da bizim tüccar ve bankerlerimizin dolandırıcılıkları ya da politikacıların ülkenin bir parçasını sattıklarında aldığı komisyonların yanında şaka gibi görünen soygunları itiraf ettiler. Askeri diktatörlükler artık yok, ama Latin Amerika demokrasilerinin cezaevleri ağzına kadar tutukluyla dolu. Tutuklular doğal olarak yoksul; çünkü yeni açılmış bir köprü çöktüğünde, kasaları boşaltılmış bir banka devrildiğinde, çimentosuz inşa edilmiş bir bina yıkıldığında kimsenin hapse girmediği ülkelerde yalnızca yoksullar cezaevine girer. (**)


   Genel kural olarak konuşmaların yalnızca tersten okunduğu zaman gerçek anlamını kazandığını kavramak için siyaset bilimi uzmanı olmak gerekmez. Kuralın çok az istisnaları var: Düz bir ifadeyle,politikacılar değişiklikler vaat eder ve hükümete gelince de değiştirirler ama... fikir değiştirirler. Bazıları o kadar çok döner ki iyice yuvarlaklaşır; soldan sağa bunca hızla nasıl döndüklerine bakmaktan boynumuz tutulur. Tıpkı gemi kaptanının Önce Kadınlar ve çocuklar! diye bağırması gibi, Önce eğitim ve sağlık! diye haykırırlar. Ama ilk önce eğitim ve sağlık boğulur. Konuşmalarında çalışmayı överler, icraatlarında işçilere küfrederler. Ellerini kalplerine koyup, ulusal egemenliğin fiyatı yoktur, diye ant içen politikacılar daha sonra onu hediye eder; hırsızların yakasına yapışacaklarını ilan edenler dörtnala giden atın nalını bile çalacak kadar yetenekli hırsızlara dönüşürler. (***)




Eduardo Galeano
Tepetaklak (Tersine Dünya Okulu)
syf: (20*) - (97**) - (150***)
Sel Yayıncıluk

7 Mayıs 2017 Pazar

Edeb ve Eleştiri

   



       Hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır ki, şu durumda modern dünyanın metafizik ve dini ilkelere dayalı bir eleştirisi, en derin anlamı ve İslâm'ın en merkezi erdemleriyle uyum içinde bir sadaka olacaktır. Ve, terbiyesiz ve (geleneksel İslâm dillerinde nezaket, davranış biçimlerinde doğruluk, kültür ve edebiyat anlamına gelen) edeb yoksunu sayılmak korkusuyla eleştiri yapmaktan çekinen bazı Müslümanların takındığı tutum karşısında, yine unutulmamalıdır ki, İslâm'ın Peygamberi (salât ve selâm ona ve ehline olsun), en tam biçimiyle edeb sahibi olmasının yanı sıra, en kesin, dosdoğru ve en çıplak şekliyle Hakikati de ortaya koyuyordu. Hayatında aşırı derecede net ve kesin olduğu anlar vardı ve edeb uğruna hiçbir zaman Hakikati feda etmemiştir. İslâm şimdiye değin, edeb göstermek için 2 kere 2'nin 5 ettiğinin kabul edilmesi gerektiğini öğretmedi. Gerçekte edeb, her zaman ve her durumda, her ortamda Hakikati algılayıp ortaya koymada tamamlayıcı bir öğe olmuştur.     Bir keresinde, Kuzey Afrikalı seçkin bir manevi otorite şöyle demişti: "Edeb nedir bilir misiniz? Bedenden bir organın kesilmesi gerektiğinde, acıtıp, incitmemesi için kılıcınızı bilemek, keskinleştirmektir edeb" İşte böyle bir tavırdır, bugün Batı'yla ve İslâm'a karşı meydan okuyuşlarıyla karşılaşmalarında Müslümanlara gerekli olan. Hakikatin yalnızca hayatımız ve varlığımız üzerinde değildir hakkı; bizden, kendisini başkalarının da duymasını sağlamamızı ve mümkün olan her yerde ve her zaman kendisini ifade edip yaymamızı isteme önceliği de vardır. Bugün, Kantçı manada değil, katı biçimde; çünkü böylesi bir tavır, o denli az rastlanır, ama bir o kadar da gereklidir.
    Bugün, İslâm dünyasında, modern dünyada olup biten her şeyin dikkatli bir eleştirisi ve A'dan Z'ye incelenmesi eksiği vardır. Böyle bir eleştiri olmadan, Batı'yla mücadelede ciddi hiçbir şey yapılamaz.

Seyyid Hüseyin Nasr
İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı
Syf:186-187
İnsan Yayınları